Komünistlik ne değildir?
Şimdi, manzaranın netleştiği bir dönemdeyiz. Devrimci hareketin kararlı ve militan odakları Saray faşizmine karşı halkla birlikte, halkın içinde ve halka öncülük gayesiyle ter akıtmaktadır. Komünizmi kendi kişisel ikballerinin garantisine indirgeyip parti liderliğini bir kariyer planı olarak sürdürenler ise, örtük veya dolaylı yoldan değil, bizzat takındıkları siyasal tutum sonucunda devrimci hareketin dışına düşmüştür. Belki yüzlerce sayfalık teorik tartışmayı, ülkemizin nesnelliği ve halkımın mücadelesi böylece çözüme kavuşturmuştur.
Birtan Altan
Kampanya dönemleriyle birlikte yaklaşık 6 aylık bir seçim sürecini geride bıraktık. Yalnız iktidardaki faşist blokun durumu açısından değil, Kürt meselesinden uluslararası politikaya kadar düzen siyasetinde dengeleri alt üst edebilecek 6 aylık bir dönem yaşadık. Sürecin hem genel hem de sosyalist hareketin durumu bakımından analizini yaptık, yapmaya da devam edeceğiz.
Ancak bu yazıda konumuz, yalnız bugün de değil neredeyse 6 yıldır devam eden bir (en hafif deyimiyle) pespayeliğin komünizm diye yutturulmaya çalışılmasıdır. Esasında, hem sol içinde hem de emekçiler arasında hiçbir karşılığı olmayan, kendi çürümüş kabuğunun içinde fosilleşmiş bir yaklaşımdan söz ediyoruz. Bu haliyle bir yazıya konu olacak kadar önem atfedilmesi dahi düşünülemeyecek bu yaklaşım, sadece komünistlik kavramını bulandırdığı ve devrimcilerin birçok soruyla muhatap kalmasına yol açtığı için ele alınıyor. Son tahlilde maalesef sol içi bir gündemdir ancak solun-sosyalizmin ne olduğuna ilişkin yanlış bir algı oluşmasına neden olmaktadır.
Adında “komünist” olan bir oluşumun, 23 Haziran’dan birkaç gün öncesinden itibaren bugüne kadar söyledikleriyle daha da belirginleşen ve artık toplumsal bilinçte de ifşa olmaya başlayan tutumu, bu yazının kaleme alınmasını gerektirmiştir.
Çünkü komünistler adına komünistler konuşmalıdır.
1. Tarafsızlık mesajı faşizme beyaz bayraktır.
Türkiye’de faşizm bir gerçekliktir. Saray Rejimi’nin bugüne kadarki birçok uygulamasının yanı sıra 31 Mart seçimlerinin yenilenmesi, halkın genel oy hakkının elinden alınmasının dahi gündeme gelebileceğini göstermiştir. Türkiye’de ve dünyada komünistler, siyasetin seçimlere daraltılmasına karşı çıkar ancak ortadan kaldırılmasının nasıl büyük bir tehlike olduğunu bilir. Genel oy hakkı için en fazla mücadele eden sınıflardan biri işçi sınıfıdır, bu hak bizim de mücadelemizle kazanılmıştır. Saray Rejimi bu hakkın uygulanmasını, önce siyasi partileri ve liderlerini terörizmle suçlayıp devre dışı bırakmaya çalışarak, sonra Kürt illerinde kayyumlar atayarak ve nihayet İstanbul seçimlerini yok sayarak engellemeye çalışmıştır. İşin doğası da budur. Faşizm önce denemelerde bulunmuş, oluşan tepkiyi sınamış ve adımlarını ona göre sıklaştırmıştır. Tehlike henüz geçmiş de değildir. Ankara ve İstanbul’da seçilmiş belediye başkanları pekâlâ uyduruk gerekçelerle görevden alınabilir, yetkileri kaldırılabilir veya CHP’nin İstanbul il başkanı tutuklanabilir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, faşizm elbette seçimlerin ortadan kaldırılmasıyla sınırlı değildir ancak bu onun şahikasıdır.
Adında “komünist” olan herhangi bir oluşumun böyle bir ortamda “tarafsızlık” çağrısı yapmasının tek bir gerekçesi olabilir. Saray Rejimi’ne “ben senin için tehlike arz etmiyorum, benimle uğraşmana gerek yok” mesajı verilmiştir. Bu mesaj, objektif olarak, faşizm gösterilen beyaz bayraktır.
2. Faşizmin Kürt meselesindeki retoriği yeniden üretilmiştir.
Faşizmin tarihsel örneklerinde, iç düşman yaratarak iktidarı pekiştirmek üzere etnik ayrımcılığın temel alındığına çokça rastladık. En belirgin örneği Almanya olsa da, “istikrarsızlık yaratmak, düşmanla işbirliği içinde olmak” gibi gerekçelerin pek çok ülkede otoriter-faşizan iktidarların halklara karşı kullandığı tezler olduğu biliniyor. Daha kötüsü, kimi örneklerde “sol kökenli” bazı hareketler de, adlı adınca korkuyla bu sürecin pekiştirici unsuru olmuştur. Adında “komünist” geçen oluşum, bugün açıkça bu çizgidedir. Kimse, 1995’te Kürt partisinin seçime girmesine engel olunmasını gerekçe göstererek “seçim boykotu” kararı alabilen, hemen ardından bu partiyle seçim ittifakı yapabilen bir hareketin bugün Kürt siyasi hareketiyle yan yana görünmekten dahi imtina etmesini başka şekilde açıklayamaz. Aradaki tek fark, yükselen faşizmin yarattığı korku iklimidir. Bugün daha net şekilde anlaşılmaktadır ki, AKP iktidarı Suriye savaşının ilk yıllarında Kürt siyasi hareketine Şam’a karşı birlik teklifinde bulunmuş, uzun pazarlıklarla geçen bir dönemin ardından teklife yanıt alamadığı anlaşılınca süreci tersine çevirmeye başlamıştır. Kürtlerin düşmanlaştırılması sürecinin bu son perdesinin arka planında yatan ana gerekçe budur. Komünistler için en tehlikeli ve ihanete kapı aralayacak olan, iktidarın yönelimlerine göre pozisyon belirmektir. Yaşanan budur.
3. ‘Üst akıl’ söylemi faşizme muhbirliğe dönüşmüştür.
Adında ‘komünist’ olan oluşumla, devrimci ve sosyalist hareket arasındaki ayrışmada Gezi Direnişi önemli bir kırılma noktasıdır. Oluşumun lideri 1 Haziran’ın hemen ardından yazdığı ilk yazısında, söz konusu hareketin “Devrim” olmadığını, olmayacağını yazarak ilk ayarı vermiş; direnişin ve dayanışma örgütlenmelerinin yaygınlaştırılması için parti içinden gelen çağrıları durdurmaya çalışmış; “Bana haberler geliyor, eylemler bitiyormuş” diyerek kadroların kararlılığını sakatlamaya uğraşmış; Seferberlik Tetkik Kurulu adlı bir devlet içi örgütlenmenin AKP’yi iktidardan indirmek üzere plan yaptığını “Türkiye’de sivil bir hareket bir vinci alıp bir yerden bir yere götüremez” gibi gerekçelerle savunmuştur. Ardından, oluşumun “teorik” yayın organında ve gazetesinde direnişi “dış güçlerle” irtibatlandıran bir dizi yazı kaleme alınmış, “üst akıl” kavramı türetilmiştir. Buna göre Türkiye’yi restore etmek isteyen “dışarıdan bir üst akıl, devlet içindeki kim bağlantılar ve kimi sol unsurlarla” harekete geçmiştir. Gezi Direnişi’nin öncü figürlerinin, bu oluşumun lideri tarafından parlatılan Murat Papuç adlı bir ordu artığının ifadeleriyle binlerce yıllık hapis istemiyle yargılanması tesadüf değildir. Aralarında bizlerin de olduğu onlarca kişinin adı savcılık dosyasına bu muhbirin ifadeleri nedeniyle girmiştir. Murat Papuç da zaten polise kendi isteğiyle verdiği ifadesinde yukarıdaki “teorik” çerçeve içerisinde konuşmuştur.
Ancak mesele kapanmış değildir. Oluşumun lideri bugün de, yani Gezi’den sonra faşist iktidarın sıkıştığı bu anda da yine “dış güçler” ve “üst akıl”ın seçim sonuçlarını etkilediğini yazabilmekte, yine solcuları ve devrimcileri hedef göstermektedir. Oluşum liderinin bu sözlerinin, Akit ve Yeni Şafak tarafından devşirilmesi, yeni birinin polise giderek AKP-MHP faşist bloku karşısında canla başla çalışan devrimcileri ihbar etmesi an meselesidir.
4. Toplumsal hareket bölünmeye çalışılmaktadır.
Adında ‘komünist’ geçen oluşum ve dostları, tüm bu çabalarında öyle canhıraş, öyle pespaye hale gelmiştir ki, bu ülkenin yüz akı Genco Erkal’a sırf kendilerini eleştirdi diye “anti-komünist”, “Nâzım’ı sermayeye peşkeş çekiyor” şeklinde saldırılabilmişlerdir.
Genco Erkal’la ilgili küçük bir anekdot aktaralım. Erkal, 2013 yılında 1 Mayıs için Kadıköy’e davet edildiğinde, nazikçe ama kararlı şekilde “Ben Taksim’e çıkacağım. Bence siz de yanlış yapıyorsunuz, Taksim’e gelmeniz gerekir” demiştir. Sanatçı o gün gaz yemiştir, belki cop da yemiştir, bilemiyoruz. Bunun hemen ardından, 5 Mayıs’ta, parti içindeki devrimci gençler inisiyatif alarak Taksim’e çıkmış ve bu eylem oluşumun liderliğinde büyük kaygı yaratmış, devrimci gençler ve kadrolar tasfiye edilmeye çalışılmış, 5 Mayıs görüntülerinin parti içi toplantılarda gösterilmesi, parti yayınlarında yer etmesi dahi yasaklanmıştır. Kaldı ki yine bu dönemlerde Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nin binasının meyhaneye döndürülmesi istenmiş, parti içindeki devrimciler buna o dönem karşı çıkmıştır. Bugün bu hayalin gerçek olduğu söylenmektedir. Nazım ve dizeleri meyhane masalarına ve tabelalarına peşkeş çekilmiştir.
Oluşum ve dostları, ağızlarından çıkanı iyi ölçüp biçmelidir. Türkiye’de toplumsal hareketi, onun aydınlarını, sanatçılarını bölmeye ve düşman hale getirmeye çalışmak kolay değildir. Bunu iktidar dahi başaramamıştır.
Şimdi, manzaranın netleştiği bir dönemdeyiz. Devrimci hareketin kararlı ve militan odakları Saray faşizmine karşı halkla birlikte, halkın içinde ve halka öncülük gayesiyle ter akıtmaktadır. Komünizmi kendi kişisel ikballerinin garantisine indirgeyip parti liderliğini bir kariyer planı olarak sürdürenler ise, örtük veya dolaylı yoldan değil, bizzat takındıkları siyasal tutum sonucunda devrimci hareketin dışına düşmüştür.
Belki yüzlerce sayfalık teorik tartışmayı, ülkemizin nesnelliği ve halkımın mücadelesi böylece çözüme kavuşturmuştur.