Konut ve barınma sorununa nasıl yaklaşacak, krizi nasıl çözeceğiz?
Kar ya da seçim dönemleri yaklaştığında prestij elde edilmek için değil; barınma hakkını karşılamak için sunulması gereken sosyal konut politikaları, yasal ve ekonomik istisnalardan yurttaşların etkilenmeyeceği bir yaklaşım ile ve barınma hakkını merkeze alarak geliştirilmelidir.
Sinem Yıldız
Önceki yazıda, konut ve barınma sorununa değinmiş, özellikle son yıllarda artan bu sorunun bir krize dönüştüğünü aktarmaya çalışmıştım. Bu noktada krizlerin yapısal sorunların bir sonucu olarak ortaya çıktığını belirtmiş, dolayısıyla geliştirilecek çözümlerin bu iki kavramla ilişkisinden bahsetmiştim. Bu yazıda, Türkiye’de konut politikalarının gelişimine TOKİ’yi merkeze alarak bakmaya çalışacak ve “sosyal konut” uygulamalarının mevcut krizi çözmedeki etkisini tartışmaya çalışacağım.
TÜRKİYE’DE “SOSYAL KONUT” ANLAYIŞININ GELİŞİMİ
Barınma ve konut ile ilgili krizden çıkış yollarından biri olarak sosyal konut sunumu, ilk akla gelen çözümlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak özellikle refah devleti dönemine özgü politikalarla anılan sosyal konut sunumunun anlamı, Avrupa ülkelerinde ve Türkiye’de farklı biçimlerde karşımıza çıkmaktadır. Öncelikle Türkiye’de sosyal konut kavramının gelişimine ve sosyal konut adı altında geliştirilen politikalara kısaca göz atalım.
20. yüzyılın ilk yarısından itibaren bölgesel eşitsizlikler, tarımsal üretiminin azalması, köylülerin giderek mülksüzleşerek yoksullaşması gibi genel çerçeveyle açıklanabilecek nedenlerle ve esasen Türkiye kapitalizminin 1960’larla başlayan ithal-ikameci modelinin etkisiyle, kırdan kente büyük nüfus hareketleri başlamış, kent nüfusu öngörülemeyen bir hızda artmıştır. Ancak ne bu yıllarda ne de sonrasında eğitim, sağlık gibi temel insan haklarından biri olarak barınma hakkı kapsamında, bütüncül bir politikanın varlığından söz etmek mümkün olmamıştır. İşçileşen köylülerin, üretim merkezleri çevrelerinde inşa ettiği gecekondular gibi bireysel girişimleriyle çözülmek zorunda kalınan barınma sorunu için1950’lerde belediyelere verilen konutlar inşa ederek yurttaşlara sunma yetkisi de gerekli finansmanının sağlanamamasıyla da etkisiz olmuştur. Yine 1954 yılında hayata geçirilen yasal bir düzenlemeyle tek parseldeki bina üzerinde birden çok kişinin irtifak hakkına sahip olması sağlanmış, bu da ekonomik rant peşinde olan yap-satçılık uygulamalarını başlatmıştır. 1980’lere kadar etkili bir politikanın geliştirilememesi ve bu dönemde kurumsallaşmaya başlayan neoliberalizmin de etkisiyle konutun meta olma hali pekişmiş, “hak” mantığı güç yitirmiştir. Tüm bu sürecin yanında, gecekondu alanlarıyla ilgili yapılan bir dizi yasal düzenleme dışında konut politikası ve özellikle sosyal konut kavramıyla ilk karşılaştığımız yer 1961 Anayasası'dır. Anayasada yoksul ve dar gelirli ailelerin konut ihtiyacının karşılanması, devletin bir görevi olarak tanımlanmış, konut, barınma hakkının bir gerekliliği olarak ifade edilmiştir. Burada öne çıkan nokta, yoksul ve dar gelirli ailelere yönelik sosyal konutların sunulacağının vurgulanmış olmasıdır. 1982 Anayasasında “konut hakkı” yan başlığıyla kendine yer bulan 57. Maddede ise “Devlet, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözetleyen bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır, ayrıca toplu konut teşebbüslerini destekler” ifadesi yer almıştır. Öncelikle burada, yoksul ve dar gelirli ifadesinin bulunmadığını ve yasal olarak da konutu bir yatırım ve rant aracı olarak gören anlayışın hâkim olduğunu görüyoruz.
Bugün sosyal konut dendiğinde akla, maalesef, ilk olarak TOKİ gelmektedir. Deyim yerindeyse Türkiye’nin devlet destekli en büyük müteahhidi olan bu kurum, kurulduğu yıl olan 1984’ten beri kentsel rant elde etmenin en “meşru” kaynaklarından biri oldu. Meşru diyoruz, çünkü TOKİ için, kurulduğu yıldan bu yana ama bilhassa 2002’de başlayan AKP iktidarı ile beraber yapılmayan yasal düzenleme kalmadı.TOKİ, kentsel dönüşüm adıyla kamu arazilerinde proje yapmadan, inşaat sektöründe şirket kurup iştirak etmeye, korunması gereken tarihi kentlerde proje geliştirmekten, Hazine’ye ait arazileri başbakanlık onayıyla bedelsiz olarak devralmaya kadar geniş yetkilerle donatılmıştır. Sözde dar gelirli ailelere sosyal konut yapmak için kurulan TOKİ yoluyla, yurttaşlar, sistemin içinde kalacak şekilde borçlandırılmış, yoksulları daha yoksul kılacak, sermaye sahiplerinin cebini dolduracak projeler geliştirilmiştir. Bu dönemde borçlandırmanın, özellikle konut kredileri yoluyla borçlandırmanın, işçi sınıfının ve geniş toplum kesimlerinin disipline edilmesi, ücretlerin finasallaştırılması için etkili bir araç olarak kullanıldığının altını çizmeliyiz.
Bugünlerde ise “cumhuriyet tarihinin en büyük sosyal konut hamlesi”ni konuşuyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 250.000 adedinin inşaatı 2 yıl içinde bitirilecek şekilde 500.000 konut yapacaklarının “müjdesini” verdi. Uygulama alanlarının tam olarak bilinmediği, yapıldığı bölgelerin nüfus planlamasının düşünülmediği, artan nüfusun ihtiyaçlarına göre sağlanması gereken okul, park, aile sağlık merkezi gibi donatı alanlarının geliştirilip geliştirilmeyeceğinin dahi bilinmediği bu “büyük” projenin yasal dayanağı aslında 2003 yılında yapılan bir düzenlemeye dayanıyor. 4734 sayılı kanunda yapılan bir değişiklikle uygulama projesine yönelik herhangi bir şartın aranmayacağı belirtilmiş, bununla beraber TOKİ’nin uzun erimli planlar yapmaksınız projeler geliştirilebilmesinin önü açılmıştı.
Bunun yanında, yapılan araştırmalar, İstanbul’da 1 milyon 800 bin, yine Ankara’da 1 milyonun üzerinde olmak üzere boş konut olduğunu gösteriyor.(1) Bu sonuçlar gösteriyor ki konut ve barınma sorunu siyasal iktidar tarafından “konut arzı”na indirgeniyor ve esasen bu yolla inşaat zenginlerinin cebinin doldurulması amaçlanıyor. Seçime gittiğimiz süreçte AKP iktidarı, ihtiyaç duyduğu sermayeyi, emekçilerin yakıcı biçimde hissettiği barınma sorununa bir çözüm yaratmış gibi davranarak yine onların sırtından elde etmeyi amaçlıyor. Ne zaman teslim edileceği dahi bilinmeyen, henüz söz verdikleri konutları dahi tamamlamayan TOKİ’nin gerçekleştireceği bu konut projesinde ev sahibi olmak isteyenlerden öncelikle konut bedelinin %10’u peşin olarak isteniyor. Geriye kalan bedelin ayda yaklaşık 3 bin lira ödenerek 240 ay boyunca karşılanacağı söyleniyor ancak “minik” bir şartla; memur maaşlarına yapılan zam oranında konutun bedeline de zam yapılacak! Yani ödedikçe azalan değil, artan bir borçtan bahsediyoruz. TOKİ, projeye 3,5 milyon kişinin başvurduğunu büyük bir zafermiş gibi ilan etti. Bu 3,5 milyon kişiden yalnızca 500.000 bini kura ile ev sahibi olacak, o da yukarıda bahsedilen şartlar dahilinde. Bir asgari ücretlinin bu konutlara erişmesi mümkün değildir. Bakan Murat Kurum’un da hiç çekinmeden ifade ettiği gibi, bir asgari ücretli yurttaşımızın bu konutların taksitlerini ödeyebilmesi için ek-mesailer yapması, başka işler bulması, üstüne de eşe dosta borçlanması gerekmektedir. Barınma hakkının kura ile şansa bırakıldığı bir projenin “sosyal konut” olarak sunulması, devletin sunması gereken temel hizmetlere ulaşamayan ve konutu bir güvence olarak gören alt sınıflara satılan bir hayalden daha ötesi olamaz.
PEKİ NASIL BİR SOSYAL KONUT?
Öncelikle Engels’in “Konut Sorunu”nda ortaya koyduğu tespiti yineleyecek olursak; konut sorunu kapitalist sistem içinde çözülemez. Ancak krizin yakıcılığını emekçi sınıflar lehinde azaltmak için kent ve barınma hakkı mücadelelerinden doğan dirençle birtakım düzenlemeler yapmak mümkündür. Bugün, barınma hakkının sağlanması ve konut krizinin çözülmesinin bir yolu, sosyal konut imkanlarının sağlanmasından geçmektedir. Bunun için ilk yapılması gereken şey ise, “sosyal konut” anlayışının değiştirilmesidir. Bugün dünyada hem merkezi yönetimler hem de belediyeler gibi yerel yönetimler sosyal konut politikaları geliştirmekte; asgari ücretin %30’unu geçmeyecek aylık kira bedelleriyle emekçi sınıflara, kent yoksullarına konut sunmaktadır. Yine kira yardımları, sosyal konut anlayışının bir parçası olarak görülmektedir.
Sosyal konut, yalnızca yeni konutların üretilmesiyle sağlanmaz. Konu, barınmaya dair daha bütüncül politikaların geliştirilmesiyle ele alınmalıdır. Hatta tam da bu yüzden, sosyal konut sunumunda, mülkiyetin kamunun elinde olması ve sağlıklı yaşam ortamlarının sağlanması gibi bazı ilkelerin sabit kalmasıyla beraber, kır kent eşitsizliği de gözetilerek farklı bölgelerde uygulamaların farklılaşacağını söylemek mümkündür. Örneğin İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük kentlerde, yeni inşaat faaliyetleriyle konut üretiminden artık bahsedilmemesi düşünülebilir. Doğal eşiklerin sınırlarına dayanılan bu büyük kentlerde, sosyal konut uygulamaları, emekçilere, öğrencilere yapılacak kira düzenlemeleriyle kendine yer bulabilir. Bunun yanında sosyal kiralık konut anlayışı geliştirilmeli, mülk edindirme amacı güdülmeyen, erişilebilir konutlar emekçi sınıflara, gençlere, öğrencilere sunulmalıdır. Yine, yalnızca kiralık konut yoluyla değil, öğrenciler için geliştirilecek yurt olanaklarıyla da konut politikaları genişletilmelidir.
Kar ya da seçim dönemleri yaklaştığında prestij elde edilmek için değil; barınma hakkını karşılamak için sunulması gereken sosyal konut politikaları, yasal ve ekonomik istisnalardan yurttaşların etkilenmeyeceği bir yaklaşım ile ve barınma hakkını merkeze alarak geliştirilmelidir.
(1) https://ipa.istanbul/wp-content/uploads/2021/09/IPA_KONUT_REHBERI-web.pdf
Konut ve barınmayı kriz ve sorun başlıklarıyla ele aldığım ilk yazı için: Sorun ve kriz arasında: Barınma ve konut