Bugün ülkemizde AKP/Saray Rejimi özgün yanları bulunmakla birlikte global açıdan bakıldığında biricik (unique) bir durum değil. İçinden geçtiğimiz dönemin temel belirleyeni 2008’den bu yana giderek kronik hal alan kriz ve dünya sermaye sınıflarının bu krize çözüm bulma arayış(ları)dır. Bu arayış(lar)ın henüz bir mutlu sona ulaştığını söylemek epey güç olsa da baskın bir eğilimin gün yüzüne çıktığını söyleyebiliriz. Bu eğilim, emperyalist sistem içinde devam eden hegemonya mücadelesinin de beslediği otoriterleşme dalgasıyla kendini ifade ediyor. Bu noktada kriz ile otoriterleşme eğilimi arasındaki ilişkinin düğüm noktası olarak ‘devlet sorunu’ yeniden güncellik kazanıyor.
MARKSİZMİN DEVLET TEORİSİ: ÖNCE YÖNTEM!
Marx’ın bir devlet teorisi bıraktığını söylemek güç olsa da, bugün en azından Marksist teoriye içkin pek çok ‘devlet kuramı’ndan söz etmek mümkün. Bir internet portalı çerçevesinde, hangi Marksist ekolün nasıl bir devlet kuramına sahip olduğuna dair bir envanter çıkarmaya hem niyetimiz hem de yerimiz yok. Buna karşılık, Marksizmin ‘devlet sorunu’na bakışına ilişkin temel oluşturabilecek kimi yöntemsel ipuçları verilmesinin çok daha yararlı olacağını düşünüyorum.
Marksizmin devlete yaklaşımında temel hareket noktası sınıflı toplumlardır. Buradan hareketle devam edersek , en üst soyutlama düzeyinde Marksizmin devlete ilişkin tartışmalarda kendinden önceki ekollerden farkı, devletin sınıflı toplumların bir ürünü olduğu ve yine sınıflı toplumların ortadan kalkmasıyla da ortadan kalkacağına ilişkin tezidir. Dolayısıyla Marksizm, kendinden önceki idealist akımların devleti tarihsiz, ilahi bir varlık vb. olarak sunan tezlerinin tam aksine devleti tarihselleştirerek sınıf mücadelesinin bir nesnesi ve devlet iktidarından soyutlanmış sınıflar içinde bir siyasal hedef haline getirir. Bu noktada devlet, Marksizm için sınıflardan bağımsız, mücadele halindeki sınıflar üzerinde bir hakem hüviyetinde bir olgu değildir.
Burada, yapısalcılıktan beslenen post-Marksizmin devleti değişmeyen ya da sınf mücadelelerinden azade bir organ olarak gören yaklaşımının temel yöntemsel problemi de ortaya çıkmaktadır. Devlet-toplum ikiliği biçiminde tarif edebileceğimiz bu yöntemsel hatada, birbirine dışsal iki nesne ve bu iki nesnenin etkileşiminden doğan yapısal olasılıklar söz konusudur. Bu türden bir kavrayış Marx’ın diyalektiğinden ziyade idealist bir diyalektiğe, bir ikiliğe ya da daha doğru bir ifade ile söylersek bir çatışkıya işaret eder. Bir çatışkıda iki nesne verilidir ve karşılıklı olarak etkileşim içindedir. Lakin bu etkileşimden bir hareket ortaya çıkmaz, daha üst bir düzeye çıkılamaz, iki nesne de olduğu gibi kalmaya devam eder. Dolayısıyla da hem düşünce de hem de gerçeklikte bir sınıra ulaşılır. Oysa ABD’li Marksist Federic Jameson’un başka bir bağlamda vurguladığı gibi çatışkıdan daha farklı bir olgu olarak çelişki, ‘’hareketin önünü tıkayan ve onu askıya alan şey değil, hareketin içinde cereyan ettiği şeydir.’’1
Yukarıda özetlemeye çalıştığımız biçimiyle bu yöntemsel ipuçları, kapitalist-emperyalist sistemin krizi ile otoriterleşme eğilimi ilişkisini anlamamıza dair oldukça yararlı bir zemin sunuyor.
OTORİTERLEŞME DALGASI: YAŞASIN DEVLET!
Yaşadığımız çağın önemli burjuva ideologlarından olan Michael Ignatieff 2014’te kaleme aldığı bir makalesinde2, otoriterleşme eğilimine dikkat çekiyordu. Bununla birlikte, Ignatieff’I asıl kaygılandıran husus, ‘’Prusya tipi kapitalizm’’in yeni versiyonu olarak adlandırdığı otoriterleşme eğiliminin liberal dünyaya karşı alternatif ve etkin bir model sunmasıydı. Dİğer yandan bir başka dikkat çekici husus 2008’den bu yana kronikleşen kriz ve onun sonuçları doğrultusunda, ‘’prusya tipi kapitalizm’’in yeni versiyonun giderek insanlar arasında popülerlik kazanmaya başlamasıydı. Bunun en spesifik örneği ise, bu otoriterleşme dalgasının lider kuşağının tipik bir üyesi olan Macaristan Başbakanı Victor Orban’ın 2014 tarihli bir konuşmasında3 görmek mümkün. Orban konuşmasında zamanımızın tanımlıyıcı özelliğinin ‘’ulusu rekabetçi hale getirebilecek devleti ve toplumsal örgütlenme ortaya çıkarmaya yönelik bir yarış’’ olduğunu ilan ediyordu. Orban yine aynı konuşmasında, ‘’ Singapur, Çin, Hindistan, Türkiye, Rusya’’ gibi batılı olmayan, liberal demokrasiyi bırakın demokrasi dahi olamayan lakin buna rağmen uluslarını başarılı kılan’’ ülkeleri bu yarışın parlayan yıldızları olarak gösteriyordu. Asıl ilginç olan ise, 1990’lı yıllarda, ABD emperyalizmi tarafından başka ülkeleri işgal etmek için kullanılan otoriterlik suçlaması, AB üyesi bir ülkenin başbakanı tarafından olumlu bir içeriğe kavuşturularak kapitalizmin içinden geçtiği krizli dönemin ilacı olarak pazarlanmaya başlanmasıydı. Bu pazarlama sürecinde, neo-liberalizmin ‘’daha az devlet mottosu’’nun yerini ise ‘’yaşasın devlet!’’ mottosu alıyordu. Bugün bu pazarlama sürecinin, kapitalist dünyanın merkez ülkelerinde de ciddi bir potansiyel haline geldiğini görüyoruz.
O halde cevapları birbirinin içine geçen iki soruyla devam edelim. Bu otoriterleşme dalgası nedir? Ve devlet bu otoriterleşme dalgasında nasıl bir rol oynuyor?
Otoriterleşme dalgası ile kast ettiğimiz süreç, neo-liberalizmin devletin pasifize edilmesi yönündeki propagandasının aksine, devlete ait yönetim mekanizmalarının küresel bir ağın bağlantı noktaları olacak biçimde yeniden dizayn edilmesinin adıdır. Sermaye birikiminin güvenliğini esas alan bu yeni dizayn etme girişimi, toplumsal ve sınıfsal taleplerin siyaset alanına taşınmasını ya da aktarılmasını kesintiye uğratılıp etkisiz hale getirilmesidir. Toplumsal hayat ve talepler üzerinde denetim, biçimlendirme ve baskı mekanizmalarının farklı birleşimleriyle güçlü bir kontrol sağlanır. Bu noktada otoriterleşme dalgasının anatomisini anlamak için Yunan asıllı Fransız Marksist Nicos Poulantzas’ın şu cümlesinin oldukça açıklayıcı olduğunu düşünüyorum: ‘’Sosyo-ekonomik hayatın tüm vehçeleri üzerinde yoğunlaşmış devlet kontrolünün; siyasal demokrasinin kurumlarının radikal biçimde düşüse geçişi ve aşırıya kaçtıkları keşfedilen sözde ‘biçimsel’ özgürlüklerin zalimce ve çeşitli şekillerde kesintiye uğratılması eğilimlerinin birleşimidir.’’4
Her ne kadar Poulantzas bu tespiti 1970’lerin sonunda ve kapitalizmin merkez ülkelerini baz alarak yapmış olsa da bugün yaşadığımız tarihsel kesit bize gösteriyor ki, durum Poulantzas’ın tespitlerinden ve kapitalist sistemin çevre ülkelerini kapsayacak biçimde gelişmiş durumdadır. Dolayısyla bugün, kapitalizmin içinde bulunduğu krize çözüm alternatifi olarak sunulmaya başlanan otoriterleşme dalgası ile sermaye birikimi alanlarının siyasi tercihlerden azade bir şekilde yönetilmesini mümkün kılmaya çalışılıyor. Bu sürecin, örneğin AKP/Saray Rejimi düşünüldüğünde, hala dindirilemeyen bir hegemonya ve yönetememe krizini ve buna bağlı olarak da toplumsal mücadeleleri tetiklediğini görebiliyoruz.
SONUÇ YA DA ÇATLAKLARA OYNAMAK
Tüm bu otoriterleşme dalgası sorunsuz ilerlemiyor elbet. Occupy ile başlayan ve en son olarak Fransa’daki eylemlerle devam eden toplumsal mücadelelerin varlığı otoriterleşme dalgasının çatlaklarına ve fay hatlarına ilişkin oldukça önemli veriler sunuyor. Diğer yandan, unutulmaması gereken husus, bu otoriterleşme dalgasının farklı toplumsal formasyonlardaki gerçekleşme biçimleri ve süreçleri o toplumsal formasyonun damgasını taşıyacağı gerçeğidir. Buradan hareketle, bu otoriterleşme dalgasına bağlı olarak gelişen çatlaklara, fay hatlarına ve mücadelelere odaklanmak gerekmektedir. Elbette, bu türden bir odaklanmanın politik sonuçları olacaktır. Bu politik sonuçların ‘strateji sorunu’na yedirilmesi ise, içinden geçtiğimiz tarihsel kesit düşünüldüğünde çok daha elzem hale gelmektedir.
- Diyalektiğin Birleştirici Güçleri; agy. 54
- http://www.nybooks.com/articles/2014/07/10/are-authoritarians-winning/
- http://www.nybooks.com/articles/2014/07/10/are-authoritarians-winning/
- Devlet,İktidar ve Sosyalizm; agy 203