Kültür ve sınıf mücadelesi - II

Kültür ve sınıf mücadelesi - II

Neoliberal karşı reformlar emekçi sınıfların tarihsel kazanımlarını söküp atarken, siyasal ve iktisadi güçlerinin yanı sıra hala var olan ideolojik-kültürel dayanaklarını da kazımayı hedefler. Esnek güvencesiz istihdam biçimleri sınıfı paramparça ederken, kolektivitenin reddi üzerinden şekillenen bir neoliberal öznellik, bir özgür, bağımsız, tüketen birey modeli de inşa edilir.

Uraz Aydın

Hapishanede tuttuğu notlarda “hegemonya” kavramını işleyen İtalyan Marksist Antonio Gramsci’ye göre yönetici sınıf tahakküm altında tuttuğu kesimlere karşı zor yöntemlerinin yanı sıra, bilhassa batılı kapitalist toplumlarda rıza mekanizmaları da geliştirir. Egemenlerin kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarları olarak göstermeyi başarmaları ve toplum nezdinde meşruiyete sahip olmaları siyasal ve kültürel bir hegemonyayı inşa edebilmiş olmalarında yatar. Gramsci bu hegemonyanın oluşturulmasında zor aygıtlarının rolünü de inkâr etmemekle birlikte(1) vurguyu çoğu kez meselenin kültürel ve ideolojik boyutuna yapar. Bu noktada kilise, sendika ve okulun yanı sıra gazeteciliğe ve farklı türden yayınlara, hegemonya oluşumunda önemli bir rol atfeder. Öte yandan Gramsci hegemonyayı bir devrimci strateji ekseninde düşündüğünden, işçi sınıfının siyasal iktidarı ele geçirmeden önce toplumun diğer ezilen kesimleri üzerinde bir hegemonya oluşturması, bir “entelektüel ve ahlaki” önderlik sağlayabilmesi gerekir.

BİRLEŞİK İŞÇİ CEPHESİ VE GEÇİŞ TALEPLERİ

Otuzlu yıllarda hegemonya kavramını tarif ederken Gramsci esasında Komünist Enternasyonal’in ilk dönemlerindeki bir tartışmaya göndermede bulunur. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından meydana gelen işçi hareketleri ve devrimci dalga 1920’lerin başında sönmeye başlar. Ancak bu düşüşü kavrayabilmek ve hatta kavransa da kabullenmek her zaman kolay olmaz. Dolayısıyla uluslararası komünist hareket içindeki bir eğilim devlet aygıtını hedef alan bir hücum politikasıyla devrimci seferberliğin sürdürülebileceği kanısındadır. Lenin, Troçki ve Bolşeviklerin başlıca isimleri bu eğilime karşı çıkarak, Enternasyonal’in üçüncü ve dördüncü kongrelerinde (1921-1922) farklı bir evreye girildiği ve buna göre yeni bir siyasal-örgütsel yaklaşım gerektiğini, yeni taleplerin şekillenmesi gerektiğini belirtir. Devrim artık eli kulağında değildir, “uzun bir mücadeleler dönemi” gerekecektir. Bunun için de öncelikle emekçilerin gündelik mücadeleler içinde, siyasal eğilimleri her ne olursa olsun (yani reformist partilerin destekçileri de olsalar) bir araya gelmeleri ve bu mücadeleler içinde komünistler tarafından kazanılmaları (komünistlerin hegemonyasının tesis edilmesi) gerekir. Bu perspektif, iç içe geçmiş olan “birleşik işçi cephesi” ve “geçiş talepleri” yaklaşımı üzerinden formüle edilir. Karl Radek tarafından üçüncü kongreye sunulan ve kabul edilen “Taktikler üzerine tezler”de bu talep formülasyonu şöyle ifade edilir: 

“Eğer talepler geniş proleter kitlelerinin hayati gereksinimlerine uygun düşüyorsa ve eğer kitleler bu gereksinimleri karşılanmadığı takdirde hayatlarını sürdüremeyeceklerini düşünüyorlarsa, bu talepler için mücadele iktidar mücadelesinin çıkış noktası haline gelecektir.” 

Bir sonraki kongrede ise Zinoviev tarafından sunulan aynı başlık altında şöyle yazılır:

“Birleşik işçi cephesi, komünistlerin, başka parti ya da gruplara üye ve partisiz bütün işçilerle işçi sınıfının temel çıkarlarını burjuvaziye karşı savunmak için birlikte mücadele önerisidir. En basit günlük talepler için verilen her mücadele, devrimci eğitim için bir kaynak oluşturur; çünkü mücadele deneyleri, emekçileri, devrimin kaçınılmazlığına ve komünizmin önemine inandıracaktır.”(2)

Böylece Gramsci çıpayı Komintern’de yaşanan bu önemli tartışmalara atıp, Rus sosyal-demokrasisinde halihazırda sıklıkla kullanılan bir kavram olan “hegemonya”yı devralır ancak anlamını zenginleştirip kapsamını genişleterek devrim stratejisinde ona daha özgül bir işlev kazandırır. Doğu’da devlet güçlü fakat sivil toplum henüz daha çok taze ve “peltemsidir” ancak Batı’da bu ilişki daha farklıdır ve devlet “bir dış hendek” olarak sarsılsa dahi içindeki sivil toplum sağlam durabilir. Dolayısıyla Batı’da devlet aygıtının güçleriyle bir çarpışmaya, bir “hareket savaşına” girmezden önce, bir hazırlık olarak alt sınıfların önderliği proletarya tarafından ideolojik bakımdan ele geçirilmeli, bir “kültürel mücadele cephesi” açılmalı, cephe gerisinde bir “mevzi savaşı” yürütülmeliydi, sivil toplum içinde ezilenler devrime kazanılmalıydı. “Yönetilenleri yönetenlerden düşünsel açıdan bağımsız kılmak için, dönüştürücü praksiste zorunlu bir uğrak olarak bir hegemonyayı yıkmak ve bir başkasını yaratmak” lazımdı.(3)

İŞÇİ SINIFININ KÜLTÜREL ÖZERKLİĞİNİN YİTİMİ

Kültürel alan, sesin ve görüntünün iletimine yönelik teknolojik gelişimin de belirleyici etkisiyle 20. yüzyıl boyunca artan biçimde sanayi mantığına uygun biçimde örgütlendi. Bu, emekçi sınıfların kültürel ürünlere erişiminin önünü muazzam ölçüde açmakla birlikte bu alandaki metalaşmayı, metalaşmanın dayattığı içerik bakımından stereotipleşme dinamiklerini ve elbette bunun kitlelerin bilinci üzerinde burjuvazinin ideolojik hegemonyasını derinleştirir. Kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki yapısını ve dönüşümünü bütünlüklü bir biçimde incelediği Geç Kapitalizm çalışmasında Ernest Mandel, sözünü ettiğimiz bu gelişmelerin işçi sınıfının kurumsallaşmış kültürel özerkliği üzerindeki etkilerini şöyle tarif eder:

“Modern işçi sınıfının yükselişi ve mücadelesinin sağladığı kültürel kazanımlar (kitap, gazete, kültürel eğitim, spor, dernek vs.) klasik emperyalizm çağında (özellikle 1890-1933 döneminde Almanya’da) onları tanımlayan gönüllülük, bağımsızlık ve kapitalist meta üretimi ve dolaşımı süreçlerinden özerk olma özelliklerini yitirir. Giderek artan bir oranda bu süreçlerin içine çekilir: Kitaplar işçi kooperatifleri yerine ticari yayıncılar tarafından yayınlanır; burjuva basını ve televizyon sosyalist basının yerini alır; ticarileşmiş tatiller, geziler ve spor, işçi gençlik dernekleri tarafından örgütlenen eğlence ve dinlenme etkinliklerinin yerini alır, vb. Proletaryanın kültürel ihtiyaçlarının kapitalist meta üretimi ve dolaşımı süreçlerine yeniden sokulması geniş çaplı olarak işçi sınıfının dinlenme ve eğlence alanının yeniden özelleştirilmesine yol açar. Bu durum serbest rekabet kapitalizmi ve klasik emperyalizm çağlarında tipik olan proletaryanın kolektif veya dayanışmacı faaliyet alanlarının, yani proletaryanın öz-eylemliliğinin sürekli genişlemesi yönündeki eğilimle keskin bir kopuşu temsil eder.”(4)

TOTALİTERLEŞEN BİR KÜLTÜREL SİSTEM

Kültür endüstrisinin bu devasa gelişimine tüketimin kutsandığı bir gündelik yaşam anlayışının yerleşmesi eşlik etti. Henri Lefebvre’in Modern Dünya’da Gündelik Hayat, H. Marcuse’nin Tek Boyutlu İnsan, J. Baudrillard’ın Tüketim Toplumu ve elbette Guy Debord’un Gösteri Toplumu gibi altmışlı yılların öncü çalışmaları kültürde ve estetikte eleştirel olanı dahi yutup soğuran, pasifize edip bir tüketim nesnesi, bir meta haline getirirken emekçileri de arzularını izleyerek ve tüketerek tatmin etmeye çağıran, onları dev bir tüketimci izler-kitlenin eşit ve mutlu parçaları olmaya davet eden bu “totaliterleşen kültürel sistemi” inceler.

Bunlar burjuva değerlerinin yaygınlık kazanmasının, zihinlere ve davranışlara nüfuz etmesinin henüz ilk dönemleridir. Neoliberal karşı reformlar emekçi sınıfların tarihsel kazanımlarını söküp atarken, siyasal ve iktisadi güçlerinin yanı sıra hala var olan ideolojik-kültürel dayanaklarını da kazımayı hedefler. Esnek güvencesiz istihdam biçimleri sınıfı paramparça ederken, kolektivitenin reddi üzerinden şekillenen bir neoliberal öznellik, bir özgür, bağımsız, tüketen birey modeli de inşa edilir.

Bugün ise, dijital kapitalizmin maharetleriyle kültürel sistemin kazanmış olduğu niteliklerin, iletişim kurma ve her türden veriye erişebilme gibi siyasal açıdan da kullanılabilecek önemli gelişmelerle birlikte kaygı verici kimi eğilimlerini de görmezden gelemeyiz.

Nasıl ki emek süreçlerindeki esnekleşme, Richard Sennett’in(5) incelediği gibi çalışanların kişiliği üzerine “aşındırıcı” etkilerde bulunduysa, iletişim fetişizmi, aralıksız görüntü akışı, her an ulaşılabilir olma zorunluluğu gibi bir dizi olgunun bilinçlerimiz üzerinde, davranış, beklenti ve zaman algımız üzerinde kalıcı etkileri olmaması için bir sebep yok. Örneğin sürekli olarak görsel içeriklere maruz kalıp serbestçe düşünceye dalma anlarının azalmasının beynimizin yaratıcı yetilerimizi geliştiren bölümünün daha az çalışmasına neden olduğu biliniyor.(6) Mesela günümüzde “instagramlanabilirlik” gibi bir kriterin var olabildiği, içeriklerin süresinin kısalıp akışının hızlandığı (Reels, Shorts…), anlık etkileşim almanın bir ihtiyaç haline gelebildiği bir gösteri(ş) kültürü muhtemelen algı, ego, sabır, süreklilik, hafıza vs. gibi çeşitli alanlarda kalıcı izler bırakacaktır. 


(1) Hapishane Defterleri’nde hegemonya gibi kavramların uğradığı anlam kaymalarının analizi ve özellikle Komintern içinde tartışmalarla ilişkileri için için bkz. Perry Anderson, Gramsci, Hegemonya, Doğu/Batı Sorunu ve Strateji, çev. Tarık Günersel, Alan yayıncılık, 1988.

(2) “Komintern’den Belgeler” içinde M. Yenice, Devrimci Marksizmde Geçiş Programı Anlayışı, Eleştiri Yayınevi, 1980, s. 280, 287.

(3) 239, 281

(4) Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, Çev. Candan Badem, Versus yayınları, 2008, ss. 521-522 (çeviri kısmen değiştirilmiştir).

(5) Richard Sennett, Karakter Aşınması, Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri, çev. Barış Yıldırım, Ayrıntı, 2011.

(6) Aude Lorriaux, “Instagram ve Estetik Deneyimin Krizi”, çev. Uraz Aydın, https://www.e-skop.com/skopbulten/instagram-ve-estetik-deneyimin-krizi/4843

DAHA FAZLA