Derdim iki yazarı teraziye koymak değil. Bilakis hiç hazzetmem böyle kıyaslamalardan. “Kahraman Türk Edebiyatı, Süper Dünya Edebiyatına karşı” başlıklı bir piyes sergileme niyetim de yok. Kaldı ki benim için edebi her metin “İnsanlık Edebiyatı” dâhilindedir. Sadece, becerebildiğim kadarıyla, Kafkaesk gibi başlı başına kendi tarzıyla anılan bir yazarın yarattıklarına benzer, Kafka metinlerinin özgünlüğüne eşdeğer özgünlükte ve sağlamlıkta eserler üretmiş bir büyük ismin, Leyla Erbil’in, bırakın Dünya ölçeğini, memlekette dahi yeterince okunmamasının, metinlerinin hak ettiği ölçekte tartışılıp konuşulmamasının nedenlerine dair biraz kafa kurcalamak amacım.
Bu doğrultuda, Leyla Erbil kitaplarını kısaca ve sırasıyla anarak başlamak gerek belki de. Ufak bir araştırmayla kolayca ulaşabileceğiniz bu bilgiyi tekrarlamaktan maksadım, Leyla Erbil’e tümden yabancı ama merak eden okura bir yol haritası sunmak. Bu yol haritasından sonra ana derdimize, “Leyla Erbil’i ne kadar anladık?” mevzusuna dönmek üzere.
Önce Mektup Aşkları’nı alın elinize. Tamam, Leyla Erbil’in Mektup Aşkları’ndan önce beş kitabının daha olduğunu biliyorum ama siz yine de Mektup Aşkları ile başlayın. Görece kolay ve ilginç bir metin olduğu için. Mektup Aşkları’nda, mektuplar üzerinden yürüyen aşk ve dostluk sarmalıyla karşılaşacaksınız. Farklı kişilerin farklı üslupları (yazı karakterine varana dek) ve dile gelenle dile gelmeyen arasındaki gelgitle birlikte, Leyla Erbil’le tanışmak için ideal bir roman. Sonra geçin en başa, Hallaç’a. Daha ilk kitabında Leyla Erbil’e “Put Kırıcı” unvanını kazandıran, noktalama işaretlerinden anlatım biçemine dek o günün (60’ların başı) öykücülüğünün klasik üslubuna başkaldırı niteliğinde bir metin. Ardından gelen Gecede ve Eski Sevgili öykü kitapları.
Size bir küçük tavsiyem de bir kadının yirmi yılının ve üç döneminin olağanüstü gözlem gücüyle anlatıldığı ilk Leyla Erbil romanı Tuhaf Bir Kadın ile ölümünden çok kısa süre önce tamamladığı Tuhaf Bir Erkek’i peş peşe okumanız. Hem sosyolojik ve hem de psikolojik okumayı hak eden iki güçlü roman. Yine bir kadının üç nesille ilişkisinin ele alındığı ve bugüne de ışık tutan müthiş bir referans roman Karanlığın Bir Günü ile Sultanahmet’in yılanlı sütunundan yola çıkarak anlatısını sunan Üç Başlı Ejderha’yı art arda okumak da ufuk açıcı olacaktır.
Roman ve Öyküleriyle edebiyatını yüceltmiş Leyla Erbil’in zirvelerde dolaştığı bir diğer tür de denemedir. Özellikle Zihin Kuşları’nı enine boyuna okuma şansınız olursa ne kastettiğim anlaşılır. Ömrünü edebiyatla birlikte mücadeleye adamış bir ismin zihnine yapılacak müthiş keyifli bir yolculuk.
Şimdi gelelim ana derdimize. Leyla Erbil’i ne kadar anladık, sorusunun yanıtında Cüce yardımcı olacak bana. Ve biraz da Kalan. Hani her okurun “Biricik” yazarları ve o okur nezdinde yazarın görece “Şaheser” kitapları vardır ya, benim biriciklerimden biridir Leyla Erbil ve bana göre şaheseri Cüce’dir. Peki, neden?
Cüce’nin başkişisi Zenime (ismin anlamını araştırmayı meraklı okura bırakalım); belki elli belki doksan yaşında, elini ayağını çekmiş bir yazar, bir kadındır. Tüm bu el ayak çekmişliğe rağmen, genç bir gazetecinin söyleşi talebi Zenime’nin yeni baştan heyecan duymasına yol açıp, kendini gösterme arzusunu dürtükler. Şimdi daha fazla piçet* vermeden Cüce’nin edebi değeri için metnin içine dalalım.
Hiç olmakla yok olmanın arasında gezinen Zenime, sizce Samsa’dan az mıdır? Gazeteciyle mecazi çiftleşmesinden, hem arzulanan hem ölüme sürükleyen fallusvari metafor Ağacına, nesil çatışmasından, Zenime’nin çift kalpli hallerine varana dek müthiş “farklı” okuma seçenekleri sunan bir romanı neden yeterince görmez, göremeyiz? Leyla Erbil romanlarında çokça tanık olduğumuz “biçemin roman öğesi” olarak kullanımının zirvesidir belki de Cüce. Metnin, farklı biçemle sunulan her bölümünün ayrı ayrı, değişik sıralamayla, iç içe ya da bağımsız okunabilmesi ve bu tarzda gerçekleşecek her okuma deneyiminde farklı bir dilin akması, dünya edebiyatındaki eşsiz örneklerden biridir. Dadaizmin doruğunda bir roman.
Cüce’deki ev ve bahçenin, yer ile ağacın mekân olarak kullanımı, kişilerin bu mekânlardaki dil ve halleri Brecht metinlerindeki kadar başarılıdır. Zenime’nin medyaya/yeni toplum düzenine teslimiyeti ve sonrası intiharının (ki intihar mı etti onu da tam bilmeyiz); Hatç’abla ile Kaban’ın ölümü ardına gelmesine sebep nedir? Karıncalar neden dolanıp durur evin içinde ve bahçede? Zenime’nin geçmişinden gelen ve bugününe kuşandığı elbiseleri, elbiseden mi ibarettir?
Zenime’nin yüzü aynada ne zaman yiter? Biri Borges mi dedi? Kurgudan kaçan ve anlatıyı metne indirgeyen bir romanla mı karşı karşıyayız acaba Cüce’de? Ne dersin Beckett? Kiekegaard’ın cümle aralarına sindiği metinler midir Leyla Erbil’inkiler? Tam da günlük yaşam düzeneğinde, slogana varmadan, sen ben nasıl konuşursak felsefeyi, işte öyle. Öyle değil mi Camus? Kiekegaard demişken biraz da Kalan’dan bahsetmek lazım. Daha Cüce için söylenecek binlerce söz var. Ama burada şimdilik bu kadar bal çalmak yeter.
Gerçekliğin tözü nedir ki tükendiğinde bize bir şey kalsın, der Leyla Erbil. Toplumuyla ortak dil kuramayan Zenime’nin ardından Lahzen selamlar bizi Kalan’da bu kez. Anda kalan Lahzen, biraz Zenime azıcık Leyla Erbil bir tutam hepimiz ve biraz da ilah’sendir. Leyla Erbil’in ifadesiyle, sanki bilmediklerini yazma hırsına kapılmış sentetik yazarlardan ayrı yerde (kim için etmiş bu lafları acaba, araştırmak lazım); büyük yazarların isim külliyatına ayrıca dikkat etmek gerek. Rastgele seçilmiş isimler değildir bunlar. Oğuz Atay isimleri de öyledir mesela. Selim, Turgut’un Özben’ine Işık tutar, tamam da pekiyi, Olric kimdir? Ol Hiç mi? Durun durun, bu başka yazının konusu. Biz dönelim Kalan’a.
Put kırıcı Leyla Erbil’in en cüretkâr hamlesi dildedir ve Lahzen nezdinde Türkiye Coğrafyası’nın 30-40 yılında yaşanan kırılmayı anlatan Kalan bu anlamda, dilin nasıl kullanılabileceğine dair ders niteliği taşır. Kalan’ın dilini “şiirsel” diye tanımlamak, mümkün yaklaşımların en ucuzudur. Çok daha fazlasıdır oradaki dil çünkü. Ne şiir formu, ne roman dili ve ne de melez bir metindir. Kendine özgü, Leyla Erbil’in biçem yaratmak konusundaki başarısının bir başka göstergesidir Kalan.
Hakikatin özünü, tözünü, sözünü arayan Lahzen’in deliliği biraz da toplumun deliliğidir. Çocukluk arkadaşı Roza, biraz da Luxemburg’dur. Mekân, özellikle de zaman, örneğine çok az metinde rastlanacak bir başarıyla dikey boyutta kullanılmaktadır. Zaman içinde salınımdan bahsetmiyorum, aman ha! O basit bir Hollywood tekniğidir, flaşbek, git geri gel, falan feşmekan. Zamanın, gerçek zamandan bağımsız olarak bütün metne sarkmasıdır kastettiğim.
Yine, Lahzen’in geçmiş anıları ve bilincinde akıp giden anları üç virgül ve italiklerle çıkar karşımıza. Noktalama işaretlerinden sıyrılan bölümler ise destansıdır. Çünkü delilikte noktaya virgüle, dur durağa yer yoktur. Mallarme ile akraba bölümlerdir bunlar. Yeni anlatım imkânları sonuna kadar zorlanır.
Ataerkil düzene deliren kadın üzerinden bir bakış atar Kalan. Çatışma, biat ve başkaldırı arasındadır. Bu anlamda Zeyyat ile Sabit’i ayrı bir dikkatle okumak gerekir. Roza’nın kaleminin çattt diye kırılmasının öncesi ve sonrası da aynı özenli okumayı hak eder.
Şimdi tekraren soralım. Leyla Erbil kaç Kafka eder? Aslında hiç gerek yok böyle sorulara. İkisi de ayrı lezzetlidir çünkü. Ama başta dediğim gibi, sadece ve sadece, zihnimizi Leyla Erbil lehine biraz kurcalamak adına, okuru biraz kışkırtmak adına düşünmek gerek bu sorunun yanıtını. Cüce ve Kalan üzerinden bahsetmeye çalıştıklarım, küçücük ipuçları sadece. Ve çok daha fazlası var Leyla Erbil eserlerinde.
Ve bir şey daha var Leyla Erbil’e dair anmadan geçilmemesi gereken. Ömrünü toplumsal ve siyasi mücadeleye adamış, yürekli bir kadındır o. Bu anlamda mesela, bana hep korkak ve tuhaf bir biçimde bencilce gelen, “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin memleketi,” sözüne kıyasla ve bu tavır karşısında, çok daha anlamlıdır Leyla Erbil’in dimdik duruşu. Belki de, Tezer Özlü ile Mektuplar’ını bir de bu gözle okumak, farklı bir deneyimin kapısını aralayabilir.
19 Temmuz, Leyla Erbil’in ölüm yıldönümü. Gezi’nin başlangıcından sadece bir buçuk ay sonra yitirdik bu usta ve eşsiz kalemi. Peki, Leyla Erbil’in ölmediğini söylesem inanır mısınız bana? Öyle kolay ölmez büyük yazarlar ve biz hak ettiği değeri verdiğimiz sürece hep yaşar kalem.