M. Nergis Tekin yazdı | Die Weltbühne’nlerden Tele 1’lere: Susturulamayan gerçekler…
"Ama biliyoruz ki tüm baskılara karşı Die Weltbühne’nler her koşulda var olacaktır. Die Weltbühne mi? Hitler Almanya’sında tüm tahrif ve saldırılar karşısında gerçeği aramaktan bir adım geri atmayan, manipüle edilmiş Alman halkını aydınlatmak için imkânsızlıklar ve zorluklar altında, ileri görüşlü bir tutum sergileyen dergi. Barış yanlısı, savaş karşıtı, Nazizm’in iktidar hırsına muhalif, felsefeye hâkim… Die Weltbühne!"
M.Nergis Tekin
2002 yılında AKP’nin iktidara geldiği günden bugüne, iktidar-medya ilişkileri de toplumun her alanında olduğu gibi, önce yavaş yavaş sonra hızlanarak büyük bir dönüşüm yaşadı. 2007 yılında AKP, Ergenekon- KCK- Balyoz gibi operasyonları birlikte gerçekleştirdiği Fettulah Gülen ile birlikte Türkiye’de siyasal İslami sermaye adına ‘pasif devrim’ sürecine ivme kazandırmaya başladı. İtalyan düşünür Gramsci’nin kavramsallaştırdığı ‘pasif devrim’ “aşama aşama gelişip, var olan politik düzeni yıkmaksızın oluşan dönüşümsel toplumsal değişimi” kastetmektedir. AKP, “kandırıldık” diyerek kardeşliğini unutmamızı istediği Gülen cemaati ile birlikte eğitim, hukuk, medya gibi üstyapı kurumlarının içine siyasal İslam’ı sızdırarak bu kurumlarda sabırla kök saldı. Ceberut devletin sonunu getirme iddialarının peşine takılan liberaller bu kök salış sürecinde, özellikle medya aracılığı ile bilerek ya da bilmeyerek kullanıldı. AKP’nin yavaş yavaş Türkiye’nin tüm kurumlarında başlattığı ‘pasif devrimin’ perdelenmesine katkı sağladı.
12 Eylül darbesinin ardından geçen yılda medya dışı sermaye ile kurulan gazeteler ve tv’ler o dönemde de değişen hükümetlere göre tavır alıp, hükümetlerin dağılıp kurulmasında görev alıyordu. Ancak 2002 sonrası yaşanan süreç daha önce yaşanan süreçten farklı olarak okunmalıdır. Türkiye’de daha önce devlet, gücünü askeri güç üzerinden inşa edip, siyasal çatışmalarını bu alanda gidermeye çalışmıştı. Siyasal çatışmadan artakalan süreçler ise yargıya yönlendiriliyordu. 2000’lere kadar Türkiye’de yargı, “politika dışı” bir alan olarak görülmüştü. Ancak 2000’lerden sonra devletin, kendisini hukuk ve yargı üzerinden inşa etmeye başladığını söyleyebiliriz.
Yeni Türkiye… Neoliberalizm ve Siyasal İslam Rejimi
İslam ve neoliberalizmin sentezi olan siyasal İslam, 2000’lerde hız kazanarak adım adım Türkiye’nin yeni rejiminin kurulma sürecine ivme kazandırdı. Bu tespit kimilerince umutsuzluğa sevk olarak değerlendirilmekte. Ancak gerçeği kabul etmeden içi boş bir umut ile Türkiye’nin rejiminin değişmediğini söylemek, kendimizi kandırmak ve vakit kaybetmekten başka bir işe yaramamaktadır. Neoliberalizm ile İslam’ı sentezleyen yeni rejim, otoriter karakterine rağmen, yukarıda bahsettiğimiz ‘pasif devrim’ sürecinde kağıt üzerinde demokrasiyi savunur gözüktü. AKP yeni rejimini kurarken ileride önüne en büyük engelleri çıkaracak medya ve hukuku metamorfoza uğratmayı seçti ki kendi adına bu doğru bir adımdı. Tabii ki mülkiyet değişiminin yaşandığı bu süreç sınıf çelişkilerinden ve hâkim sınıfların iç çelişkilerinden kopuk değerlendirilemez. Özellikle 1990’larda yükselmeye başlayan İslamcı burjuvazi ile AKP’nin adım adım ülkenin yeni rejimi haline getirmeye çalıştığı siyasal İslam arasında diyalektik bir bağ vardır. 2002 sonrası medyada yaşanan dönüşüm sürecinde bu bağın etkileri göz ardı edilemez.
İslami burjuvazi, siyasal İslamcı AKP ile birlikte gerçekleştirdiği “Pasif devrim” sürecinde kendi ideolojilerinin hegemonyasını oluşturacak meşruluğu kazanıncaya kadar ‘mevzi savaşı’ başlattı. Bu ‘mevzi savaşında’; Gülen Cemaati hegemonyasını oluşturmak için, eğitim, iş dünyası, medya, hukuk gibi üstyapı alanlarının yanı sıra devletin zor kullanma gücünü temsil eden polis, askeriye gibi kurumlara da sızdı. Gülen 1999 yılında ‘ülke bütünlüğünü tehdit eden bir örgütün lideri’ olarak suçlu bulunmasına neden olan konuşmasına dair videoda şöyle diyordu: “Sistemin atardamarlarında, bütün güç merkezlerine ulaşıncaya kadar, kimseye varlığınızı belli etmeden hareket edin. Tüm devlet gücüne sahip olacağınız, Türkiye’deki anayasal kurumların tüm gücünü yanına alacağınız zamana kadar beklemelisiniz…”
Joshua D. Hendrick’in Gülen Cemaati’ne mensup kişilerle derinlemesine görüşme yöntemi ile elde ettiği bilgiler siyasal İslam’ın gerçekleştirdiği ‘pasif devrimi’ anlayabilmek için hayli önemlidir. Bu görüşmelerden elde edilen bilgilere göre; bizzat Gülen’in isteği ile Işık Evleri’nde yetiştirilen bir grup genç, gazetecilik üzerine çalışmaya yönlendirilmiş ve bu gençler 2001 yılında Zaman gazetesinin ‘yeniden doğuşu’ denilen hareketi başlattı. Bu ‘yeniden doğuşu’ başlatan grup, 90’lı yıllarda İstanbul’daki üniversite dönemlerinde Cemaatin Işık Evleri’nde bir araya gelerek ‘Zaman Araştırma Grubu’nu kurmuş ve Zaman gazetesinde basılacak olan haberleri, raporları ve fikirleri toplamakla görevlendirilmiş. Daha sonra ise aynı kişiler, Feza Gazetecilik A.Ş.’nin yönetici grubunda yer almış ve ‘hareketin yenilenmiş sunumunun mimarları’ olarak tanımlanmışlar. Burada ‘hareket’ olarak bahsedilen şey aslında pasif devrimin medya ayağında kullanılacak gazetecileri de kapsamaktadır.
Tüm bu talimatların Gramsci’nin ‘pasif devrim’ tanımına birebir uyduğunu söylemek mümkün. Bu talimatlar gereği o dönem medyada da el değiştirmelerin başladığını biliyoruz. Bugün bu yazıya AKP’nin pasif devrim sürecini hatırlatarak başlanmasının nedeni, Türkiye basın tarihine utanç verici beş gün olarak geçen Tele1 kanalının ekranın karartılmasında yaşanan süreçtir.
Tele1 televizyonuna ve Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ’a yönelik saldırıya varan suçlamalardan bir tanesi de TELE 1’i Merdan Yanardağ’a FETÖ’cü Akın İpek’in kurdurduğu iddiasıdır. 12 yıl önce aynı Akın İpek Cemaat – AKP kardeşliği ile medyaya düzenlenen bir başka el değiştirme operasyonunda kahraman gibi sunuluyordu. AKP’nin dizayn ettiği medya kuruluşları o dönem de Akın İpek için Fetö’cü değil, Hoca Efendici diyordu.
Ergenekon davasının dokuzuncu dalgasında 27 Eylül 2008’de AKP’ye ve Fethullah Gülen’e muhalif yayıncılığı ile ön plana çıkan Kanaltürk’ün sahibi gazeteci Tuncay Özkan, 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nce tutuklanmıştı. Tuncay Özkan, tutuklandığı tarihe az bir zaman kala, 13 Mayıs 2008 günü sahibi ve kurucusu olduğu Kanaltürk ve bütün yan kuruluşlarını, Bugün gazetesinin de sahibi olan Akın İpek'e satmak zorunda bırakılmıştı. Bu tarihten sonra Kanaltürk; Ergenekon, Balyoz ve Casusluk davalarının bir numaralı savunucusu haline dönüşerek, tüm yayıncılık anlayışını bu davaların haklılığını ispatlamak üzerine kurdu. Bu yayıncılık anlayışı, şu anda Tele1’in kapatılmasını Fetöcülükle ilişkilendirmeye çalışan medya tarafından o dönem takdir görmüştü.
Tele1’in 5 gün boyunca karartılması, basın tarihindeki en büyük sansürlerden biri olarak tarihe geçerken Türkiye’de artık hukukun üstünlüğünün olmadığını da bir kez daha gözler önüne serdi. Merdan Yanardağ’ın Tele1 ekranlarında dile getirdiği sözleri RTÜK’ün 5 gün ekran karartmasına sebep olarak gösterildi. O sözler şöyleydi: “1908’de Abdülhamid despotizminin, emperyalizmin uşağı aşağılık bir diktatör olan, Mithat Paşa’yı Taif’te boğduran, Osmanlı-Türk aydınlanmasını, modernleşmesini savunan bütün aydınlara zulmeden, Namık Kemal’lere, Tevfik Fikretlere…” AKP’nin “ pasif devrim” sonrası kendi yayın organı haline getirdiği, sermayelerini el değiştirttiği veya yeni islami burjuvaya kurdurttuğu medya, uzun zamandan beri bağımsız habercilik yapmaya çalışan alternatif medyaya ve sol devrimci basına karşı tetikçilik yapmakta. AKP yayın organı gibi çalışan tetikçi medya, alıştığımız üzere susturulmasını istediği her kişiye ve kuruma yaptığı gibi uzunca bir süredir Tele1 ve Merdan Yanardağ’ı manşetlerinden hedef göstermekte.
“PKK Sempatizanı”, “Esfeli Safilin” yani hayvandan daha aşağı, “medya teröristi”, “alçak”, “ sözde gazeteci”, “ propagandacı Tele1”, “ Yanardağ için ağlama vakti”, “ terör övücü” , “militan” …
Merdan Yanardağ ve Tele1 için AKP yayın organlarının kullandığı bu ifadeler Tele1’e ne yapılmak istendiğini açıkça gözler önüne sermektedir.
İçinden geçtiğimiz süreçte kendisini sık sık anmak zorunda hissettiğimiz; 1933 ile1945 yılları arasında Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı yapmış Alman politikacı, Nazi Almanyası'nın ikinci şansölyesi Joseph Goebbels’in “büyük yalan söyleme” taktiği AKP yayın organlarınca çok yoğun bir şekilde kullanılmakta. Bunun son örneklerinden birini Tele1’e artan baskı sürecinde gördük. Akın İpek’in sermayesi ile kurulduğu iddia edilen Tele1’e aynı zamanda pandemi sürecinde askıda fatura kampanyası başlatan İBB para akıtmış! Sadece bu da değil. “Vatandaşa 1 aylık fatura kesmek yerine 45 ila 75 gün arasında fatura kesip, kullanılmamış gazın parasını tahsil eden CHP'li İBB'nin paraları TELE-1’e” verilmiştir. Hiçbir belge olmadan kişi ve kurumlara atılan iftiralar, nefret suçuna dönüşebilecek nefret söylemleri görüldüğü gibi bu süreçte fütursuzca kullanılmaktadır. Bu fütursuzluğun sebebi ise hukukun da artık siyasal İslam rejimin ideolojisi haline dönüşmesidir.
Siyasal İslam Hukukunun İdeolojisi…
Eleştirel hukuk çalışmacısı Tushnet’e göre; hukukun neyin temsil ettiği önemli bir sorudur. Eğer hukuk, ‘güçlünün çıkarlarını’ temsil ediyorsa, orada bir sorun mevcuttur. Türkiye’deki durum da tam olarak böyledir. İşte bu nedenle de, “düzen sağlama iddiasındaki hukuk”, Siyasal İslam ideolojisinin elinde bir baskı aracı haline dönüşmüştür, ideolojik bir mekanizma biçimini almıştır. Eleştirel hukukçularının da eleştirdiği gibi Türkiye’de, “Hukuk öncelikle, bir ideolojinin yarattığı koşulları meşrulaştırmak ve bunların sürekliliğini sağlamak üzere işlev kazanmıştır.” Özellikle 2005 yılından itibaren fezleke gibi gazete manşetleri ile suçlu ilan edilen ardından ise deliller yaratılarak tutuklanan kişilerin, kapatılan yayın organlarının sayısız kez yargısız infazına şahit olduk. Öyle ki Anayasa’da olmayan yeni bir suç: “Devletin birliğini ve bütünlüğünü bozmaya niyeti olmayan terör örgütü üyeliği” gibi bir suçla tanıştık. Ama biliyoruz ki tüm baskılara karşı Die Weltbühne’nler her koşulda var olacaktır. Die Weltbühne mi? Hitler Almanya’sında tüm tahrif ve saldırılar karşısında gerçeği aramaktan bir adım geri atmayan, manipüle edilmiş Alman halkını aydınlatmak için imkânsızlıklar ve zorluklar altında, ileri görüşlü bir tutum sergileyen dergi. Barış yanlısı, savaş karşıtı, Nazizm’in iktidar hırsına muhalif, felsefeye hâkim… Die Weltbühne!
*Gazetecilik etiğine ve basın yayın ilkelerine uymayan ve uymasını da beklemediğimiz AKP yayın organlarının, Tele1’i ve Merdan Yanardağ’ı hedef gösterdiği manşetlerden bazıları şöyledir.
https://m.star.com.tr/guncel/imam-hatiplilere-militan-hakaretine-agir-ceza-haber-1373504/
https://www.yenisafak.com/gundem/rtuk-propagandaci-tele-1e-cezayi-kesti-3554896
https://www.yenisafak.com/gundem/sosyal-medya-teroristleri-3523185
https://www.haber7.com/guncel/haber/2989478-ayd-merdan-yanardag-esfeli-safilin-olmustur