Marksizmin somuta taşınması
Siyaset sadece “kuru laf”la yapılmayıp güncelin -konjonktürel olanın- müdahale edebilme alanı olmaktadır. Siyasetin kaynağı tarihsel (nesnel yapıların) olsa da serimlenebileceği alan konjonktüreldir. Bu dediğimiz, yukarda işaret ettiğimiz inşa sürecidir. Sadece emek-sermaye çelişkisi temelinden yüksek düzeyin belirlemesine dayanan siyaset olmayacağı için gerçeğin ve somutun düzeyinde tavır alabilen siyaset en olgun ve en mümkün olandır.
Berkan Duysak
Dünyada ve ülkemizde kronikleşen kapitalizm krizinin artık kabul edilebilir aşamada olmadığını söylemek iddialı olmayacaktır. Özellikle bizim ülkemizin somut görüntüsü bunu gösteriyor. Bütün bunlar emekçilerin, genç-öğrencilerin, kadınların, LGBTİ+’ların, köylülerin ve nice mağdur olanların durumlarıyla özetlenebilir. Bu noktada, yüksek siyaset biçimleri ile güncel siyaset biçimlerinin kesişimi ve bu kesişim üzerinden politik üretim acil görev olmuştur. Bu acil görevi, ülkemiz siyasetinde, güncelin uzamında müdahale kapasitesinin biriktirilmesi ve seçeneklerin inşasıyla adım atılabilir noktaya getirebiliriz. En acil müdahale ise şu anla başlıyor.
Ülkemiz solunun tarihsel görevinin aciliyetinin de Saray Rejimi’nden kurtulmak olarak saptanması aslında solun birikim alanları açısından son derece etkili olacaktır. Ezilen öznelerin kendine ait “siyasetinin” mevcut olmaması, AKP-MHP bloğuna karşı muhalif ittifakın bu özneleri kapsayamaması, yeni ittifakın varlığını zorunlu tutuyor. Bu durumda sosyalistlerin benimseyeceği siyaset tarzı “korkak” ve “histerik” olmamalıdır, fakat müdahaleden kaçınarak sadece “pozisyon olarak radikal” bir tarza de tekabül etmemelidir. Müdahale etme kapasitesine sahip veya bunda kararlı adımlar atan, geniş kesimleri kendi hegemonik inşasına eklemleyebilme potansiyeli gösteren hem kuramsal hem pratik göstergelerinde devrimci karakterini bozmadan söylem yeteneği geliştirebilen, canlı ve demokratik dinamizmini sürdüren bir siyasi özneye ihtiyaç olduğu açık. Çünkü salt pozisyonla yetinebilecek güncelliği ve tarihselliği barındıran zamanda değiliz. Uzun zamandır seyirci kalan solun, o koltuktan inip sahneye çıkması elzemdir. Kendi gettosunda kalan solun Gezi’yle açıldığı yeni yurtlara yerleşmesinin en mümkün olduğu konjonktürdeyiz. Türkiye İşçi Partisi güncelin yüklediği bu sorumluluğun ve onun tarihsel öneminin farkında, üzerine düşeni yapmaya hazır durumdadır.
Peki TİP bu süreçte ne yapıyor? İlk önce sermayenin hedef aldığı özneleri siyasallaştırmaya çalışıyor, onların siyasi özne konumunu ve müdahale envanterini geliştiriyor. Özellikle TİP’in seçimlerde milletvekilliği listelerini işçilerden, öğrencilerden, kadınlardan, çevrecilerden, LGBTİ+lardan oluşturacak olması bunun en büyük kanıtı. Ayrıca gündemi direkt olarak belirleyecek etkiye henüz kavuşmasa da fabrikalarda, mahallelerde, mecliste ve kampüslerde örgütleyici “öncü” olarak öne çıkıyor. (“hükümet istifa” eylemlerinde hızlı reaksiyon alması ve gündeme düşmesinde önemli payı vardır) İşçi sınıfı haklarını siyasetin “deri koltuklu” alanlarına taşıması ve bu süreçte emekçilerle karar alması önemlidir. Ekoloji ve tarım-gıda krizlerinde hem eylemlerle hem kongrelerle bilimsel çözümler üretmesi ve irade gösterebilmesi kıymetlidir. Ve daha niceleri…
KURAM NE OLACAK?
Kendini sosyalist ve solcu olarak niteleyen, emeğin mücadelesinin büyümesini ve bu büyümenin “eşik atlamaya” varmasını sağlamak isteyen, ülkenin “kuruluş” döneminde neoliberal stratejinin tekrar yamanmasına izin vermeyi doğru bulmayan herkesin bu sürece ortak olması gerektiğini düşünüyorum. Bu düşüncenin temellendirmesi, Marksistlerin siyasete nasıl baktığıyla doğrudan ilintili. Siyaset, en genel tabiriyle üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesi sürecinde müdahale dolayımıdır. Bu yüksek sesten düşünüşün en gerçek ve en somut karşılığı ise çıkmaza giren kapitalizmin krizinin, yansıttığı yarılmalarına karşı bir seçenek inşasına başlamaktır. Bu seçenek inşasını elbette kuru laf olsun diye söylemiyorum. Bu inşa süreci, yaşanan kriz yarılmasına karşı en yıkıcı çelişkileri tespit edebilmek ve bu çelişkiler etrafında özgün siyaset mekanizmalarını geliştirebilmektir. Geliştirilecek mekanizmalar, söylemler ve ittifakların bu saptamada sadece “nesnel sınıfı” yansıtan “durulukta” olması gerekmiyor. Çünkü bu tür inşa bırakın gerçekliğin dolaysız yansımasını, gerçekliğin çarpık inşasını da içerebilir. Gerçeklik, elbette bu noktada kayıtsız değildir ancak gerçeklik dolaysız olarak nesnel sınıf belirleniminin de ötesindedir. Siyasetin özgül pratik olarak devreye girmesiyle sınıf kapasitesi (deneyim+yapı) kendi gerçekleşeceği alana nüfuz edebilir. Açarsak sınıf siyaseti, “yalın” yapının yansıması olarak değil, verili ülke toplumunun özgüllüğünde somut belirlenimlere tabii, farklı çelişkilerle “renk”lenen bir tarzdır. Marksist yöntemde kullandığımız bütünlük kategorisinin mühim olduğunun bir başka kanıtı da siyasete sağladığı bu bağlam diye düşünüyorum. Bütünlüğün parçalarla ilişkisi düşüncesi; bütünlüğün sadece tözsel çelişkileri barındırmadığı, “tali çelişkiler” olarak nitelenen ayrıksı alanlar yerine tüm çelişki-ilişki türlerinin sınıfın üst-belirlenimi tarafından “yola sokulduğu” şeklinde daha anlamlı kılınacaktır. Eğer siyaseti, bütünlüğü parçaya, parçayı da bütünlüğe taşıyan özgül tarz olarak nitelendiriyorsak toplumdaki özgün dinamiklerinin kapsanabilmesi ve bu dinamiklerle kurulacak ilişkilerin “pratik”leşmesi mümkündür.
Bu dönemde Marksizm’in yüksek kuramı gereklidir, bunda hiç kuşku duymamamız gerekir. Ancak Marksizm’in yerele uyarlanmadığı, paralel olarak zenginleşmediği ve ülke topraklarıyla girdiği ilişki biçimi belirlenmediği sürece “entel girişim” olarak koltuğunda kalacaktır. Haliyle de “kuru laf” olacaktır. Siyaset, bu aşamada sosyalistlerin düzen karşıtı olarak, düzenin sınırında kalmış sorunlara koyacağı teşhis ve çözümlerle mümkündür. Belirli karşılığı olmayan yüksek çözümlemelerden öte, sınıf mücadelesinin özgül somutlamalarında konumlanmanın ve güncel yarılmalarının, siyaset dolayımıyla hedef doğrultusunda yönlendirilmesinin gerekli olduğu aşikâr. Bu yüksek düşünüşü rehber almamızın beraberinde “pedagojik” hatlarda da kalmamız gerekmiyor. Dediklerimizin sonucu halka seslenen hatiplerin, nesnelliğin dinamiğinden kendini soyutladığı bir tür eğiticilik değildir. Kısaca açarsak, burjuva siyaset yapma tarzı olan “seslenme-eğitici” rolünde ısrar etmek, gazete topluluğu olmanın ötesine geçmemizi engeller. Sadece ajite-prop yöntemlerle geçilen bir seslenme etkisizdir. Lenin dediği gibi: “Taktik sadece ezenlerin halkı aldatması olgusu üzerine kurulu olamaz; taktik, sınıfların karşılıklı ilişkisinin ve gerek parlamento- dışı gerekse de parlamenter mücadelenin gelişiminin genel tahliliyle belirlenmek zorundadır.”[1]
SİYASETİ GÖRMEK, PEKİ NASIL?
Siyaset “haylaz çocuk”tur. Beklentilerin, sezgilerin ve hesaplamaların ötesine geçen bir tarza zorlar seni. Bu tarzların yaratımı “kimlik” prosedürleriyle işlenemeyecek kadar “yaratıcı” kolektivite bilinci gerektirir. Bunun için siyasete bakışımız salt “yansıtıcı” rahatlığı değil, “haylaz çocuğa” olabildiğince yaratıcı bir disiplinle dokunma paradigmasıdır. Bu günler öncüler için sınıf kininin, öfkesinin ve hırsının derin travmalarıyla dolup taşmalı ve bunu kanalize etmenin eminliğiyle hissedilmelidir. Bunun kaynağı elbette öncülük siyasetinin belirli koordinatla “hareket”lerle gireceği ilişkidir. Bu ilişki çarpık ve sekter olmamalı diyorsak, burada kapsayıcılık ve ideolojik koşullanmalar devreye girmelidir.
Emek-gücünün yeniden üretim koşullarını denetleyen ve belirleyen devlet bu bağlamda özel rolünü üstlenir. Modern kapitalizmin özgül yanlarından biri üretim sürecinde artığa el koyma anı ile siyasi baskı-egemenlik tarzı arasında bir gizli iş bölümüne gitmesidir. Bu nedenle “göreli özerk” görünen devlet, aslında bu iş bölümünden dolayı “kapitalist”tir. Bu ne demektir? Bunu açalım, esasen bu iş bölümü şu sonuçtan doğuyor: Kapitalizmin toplumsal ve siyasal çıkarının, özel olarak yönetici sınıfına verilerek koşullandırılması. Kapitalizm sadece üretim sürecinde artığa el koyma anı ile bitecek bir sistem değildir. Burada bir ek açıklama yapalım. Emek-gücünün yeniden üretimi de salt “ekonomik” alanla kalmıyor, aynı zamanda toplumsal koşullarda da disipline edilen bir nesneye dönüşüyor. Bir nevi var olan iş bölümü, emek-gücünü, nesnellikte farklı gerçeklikler şeklinde parçalayarak ancak aynı noktaya yani “ekonominin” tunç yasalarına bıraktığı bir düzleme oturuyor. Ek açıklamayı bitirip devam edelim. Kapitalizmin artığa el koyma anının güvencesini sağlayacak, bunun toplumsal ve siyasal rızasını, meşruluğunu, zorunu oluşturacak kurumsallığa ihtiyacı vardır. Bunun için, pre-kapitalist toplumlarda mevcut olan siyasal alan ile ekonomik alanın bir aradalığı gibi çıplaklığı değil, ideolojik ve fiziksel aygıtlarla koşullandıracak iş bölümüne gitmesi gerektiği açık. Elbette bu bakış analitik olarak siyasi alan ile ekonomik alan arasında iş bölümünü gördüğü için ayrıksılık uyandırıyor. Ancak bu ayrıksılığı aslında bu alanlar arasında hiçbir dolayım olmadan, tamamen farklı mekanlar olarak kurgulayanlar yapıyor. Bu bakışa göre bu alanlar arasında diyalektik ilişki “yansıyan” düzleminde kalıyor ve “ekonominin” siyaseti veya üstyapıyı son tahlilde “temel” olarak belirlediği bir yola sokuyor. Oysa hatırlarsak Marx, kapitalizmin ilkel birikiminin ilk noktasını üreticilerin üretim araçlarından koparılması olarak açıklar. Bu süreç devletin, üreticileri mülksüzleştiren sınıfın yanında olduğunu ve baskı-zor gibi araçların kullanıldığı bir sahneyle devam eder. Demek ki bu süreç: sınıf mücadelelerinin büyük bir aktörlüğe oynadığı sahnedir ve siyasilik kendini dayatır. Anlayışımız bizi şuraya götürür, Marx ekonomi-siyaset arasında kesintili kopukluklar görmez, tam tersine en teknik yazılarında bile siyasi rolü ortaya serer. Aynı bütünün parçaları olarak siyasi alan ile ekonomik alan arasında bir süreklilik vardır ve hepsi toplumsal ilişkilerin parçalarıdır.[2]
Bu noktada öznellikler alanına giriyoruz. Bunun siyasi çıktılarını, ortaya koymamız gerektiği açık. Sınıf mücadeleleri özgül olarak siyasal ise siyaset müdahalesi gerekir mi? Kanımca gerekir. Sınıf mücadeleleri elbette siyasi bir öz taşıyor ancak bu siyasi özü somutta ve nesnellikte abartmamamız gerekiyor. Sınıf mücadelesi birçok uzantıları ve görünümleri olan bir hareketliliktir. Bu yüzden, sınıf mücadelesini aşağıdan yukarıya doğru giden bir yay olarak görürsek tek başına “devlet”i merkez edinecek bir seviye elde edemeyiz. Kısaca öncülük konumuna gelemeyiz. Ayrıntısına girmeyeceğim, ancak öncülük dediğim şey esasen siyasi öz taşıyan sınıf mücadelesinin, tüm toplumsal ilişkilerde merkezi konumda olan devleti fethedecek “olgunluğa” geliştiren bir anlayıştır. Anlayışı evrenselliğe oturtan nokta, bir ülke formasyonunda var olan hegemonya zincirlenmesidir. Bu zincirlenmenin yani eklemlenmenin özgül toplumsal formasyonda gerçekleşecek pratikler dizisi ve konjonktürel ihtiyaçlara göre şekillenmesi gerekiyor. Yoksa abartılan “Bolşevik” model gibi soyutlamalar ülkenin sınıf mücadelesinde kuruluğa yol açabiliyor. Bu temel önermeleri unutmamak lazım zira bu siyasi çıktıların anlattığı şey şudur: sınıf mücadelesi-bilinç gibi meseleleri düz çizgisel olarak görenler, öznellikler alanını dışlar ve siyasi-ekonomik alanlar arasında ilişkiyi ters yüz eder. İkincisi de şudur: harekete öncülük panzehrinin enjekte edilmesi bazı boşlukları doldurur ancak pratiğin özgül doğasını dışlamadığı sürece. Emek-gücünün yeniden üretim süreci ve ekonomik sömürücü sınıf ile devletin ilişkileri bilince çıkarılmadığında var olan boşluklar, siyaseti dolayım olarak görmemizi engeller. Mevzubahis gerçeklikler, kendinden emin “haylaz çocuğu” sevindire dursun, kuramsal çıktılar ile yaratıcı bağlar kuran Türkiye sosyalistleri bir gün kendi evinde de rahat uyuyacakları iradeyi göstermeye başladılar bile.
KISA SONUÇ
Bu noktada, siyaset sadece “kuru laf”la yapılmayıp güncelin -konjonktürel olanın- müdahale edebilme alanı olmaktadır. Siyasetin kaynağı tarihsel (nesnel yapıların) olsa da serimlenebileceği alan konjonktüreldir. Bu dediğimiz, yukarda işaret ettiğimiz inşa sürecidir. Sadece emek-sermaye çelişkisi temelinden yüksek düzeyin belirlemesine dayanan siyaset olmayacağı için gerçeğin ve somutun düzeyinde tavır alabilen siyaset en olgun ve en mümkün olandır. Gramsci’nin dediği gibi:
“İlerleyici olarak düşünülen belirli bir güce dayanarak ve ona utku kazandırmak için gücünü pekiştirerek, istenci gerçekten varolan ve etkili güçlerin yeni bir dengesinin yaratılmasına uygulamak demek, her zaman güncel gerçeklik alanında, ama ona egemen olmak ve onu aşmak (ya da bunu yapmaya katkıda bulunmak) için devinmek demektir. ‘Olması gereken’, demek ki, somutluktur, daha da iyisi, gerçekliğin gerçekçi ve tarihe uygun olan tek yorumudur; tek etkin tarih, tek etkin felsefe, tek politikadır o.”[3]
Bizlere düşen görev, Metin Çulhaoğlu’nun yokluğunda bu anlayışa nice içerikler katmak olarak gözüküyor.
[1] V.İ. Lenin, "Bir Yazarın Günlüğünden-Partimizin Hataları", Seçme Eserler Cilt 6, İnter Yayınları, İstanbul, 1995, s. 246’dan aktaran: Can Soyer, Marksizm ve Siyaset, Yordam Kitap, Birinci Basım: Aralık 2020, s. 267.
[2] Ellen Meiksins Wood, Kapitalizm Demokrasiye Karşı, Yordam Kitap, Nisan 2016, s. 37.
[3] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, s. 124’den aktaran: Can Soyer, a.g.e