Çocukluğumuzun çizgi film kahramanı Heidi’nin ayaklarının neden çıplak olduğu kısa zaman önce ortaya çıktı. Çıplak ayaklı Heidi’nin İsviçre’de yakın diyebileceğimiz zamanlara kadar devam eden çocuk işçiliğine / köleliğine bir gönderme olduğunu, Sevim Akyürek’in Evrensel Kültür Dergisi’nde çıkan ‘Heidi’nin Ayakları Neden Çıplaktı?’ isimli makalesinden öğrendik (*). Daha çok yoksulluk kaynaklı ortaya çıkan, çocukların ailelerinden alınarak çiftliklere kiralanması ya da satılması uygulaması, İsviçre’ye özgü adlarıyla “Verdingkinder” denilen çocuk işçilerin türemesine ve yaygınlaşmasına neden olmuş. “Heidi, İsviçre’nin toplumsal tarihinde hatırlanmak istenmeyen bir gerçeğin simgesidir ve onun çıplak ayakları bugün çocuklara karşı işlenmiş bir suçun yarattığı utancın üzerinde koşuyor. Heidi çıplak ayaklıydı; çünkü çıplak ayaklar, erkek ya da kız bütün “köle çocukları” diğer çocuklardan ayıran keskin uçurumun simgesiydi.” Ancak bu, sadece geçmiş dönemde kalmış ve İsviçre’ye özel bir durum değildir, ülkemiz de dâhil olmak üzere günümüzde dahi çocuk köleliği dünyanın pek çok yerinde devam etmektedir.
Germinal’de bir ailenin bütün üyelerinin madende çok uzun vardiyalarda ve kötü şartlarda çalışmasına, her çocuğun sırası geldiğinde karşı konulmaz bir aile yazgısı olarak madene girişine tanıklık ederiz. Sefiller’de, 19. yüzyılın ilk yarısında Paris’teki çocukların yaşam koşullarını okuruz. Oliver Twist’te yine aynı dönem İngiltere’sinde çocukların nasıl işlerde çalıştırıldıklarına, içinde yaşadıkları yoksulluğa, nasıl muamelelere maruz kaldıklarına şahit oluruz. Kimi masallarda da -Grimm Kardeşlerin Başparmak, Boratav’ın Nohut Oğlan gibi-, çocukların para karşılığında satılmasına / kiralanmasına rastlarız.
Başpamak’ta, çocuğu olmayan köylü karı koca dertlenirken; kadın, “Olaydı da parmak kadar çocuğumuz olaydı. Onunla sevinirdik, bağrımıza basardık,” der. Bunun üzerinden yedi ay geçince kadın bir çocuk doğurur. Bebeğin bütün uzuvları tamamdır ama boyu bir parmak kadardır. Gel zaman git zaman çocuk zeki, becerikli bir delikanlı olur ama boyu bir santim bile uzamaz, doğduğunda nasılsa öyle kalır. Bir gün köylü ormana odun kesmeye gider, işinin bitmesine yakın yorgun düşer. “Keşke arabayı getirecek biri olsa!” diye iç geçirir. Bunu duyan Başparmak hemen, “Hiç merak etme baba, arabayı ben getiririm,” der. Babası, “Çok küçüksün, atın dizginini bile tutamazsın ki,” diye karşı çıkar ama oğlan, “Annem, arabaya atları yerleştirsin yeter. Ben atın kulağına oturup ona neler yapması gerektiğini fısıldarım,” der. Bir koşu eve gider ve söylediği gibi arabayı ormana getirir. Ormanın girişinde iki adam, başıboş atları görür, onlara komut veren sesi duyar ama sürücüyü göremezler. Merakla takip edince, babasının atın kulağından alıp yanına koyduğu Başparmak’ı görürler. Çocuğun işlerine yarayacağını düşünerek satın almak isterler. Baba başta, “O benim canım ciğerim, dünyanın altınını da verseniz değişmem!” diyerek karşı çıksa da, oğlanın, “Beni onlara sat, nasıl olsa bir yolunu bulur geri dönerim,” demesi üzerine ikna olur.
Çocuk, adamlardan birinin şapkasının üzerinde seyahat etmeye başlar. Akşam olunca, “İndirin beni, çişim geldi!” diye tutturur. Yere indiği gibi kaçıp bir fare deliğine sığınır. Adamlar sopalarla ne kadar eşeleseler de çocuğa ulaşamazlar. Onlar gidince çocuk delikten çıkar ama karanlık tarlada bir yerlerini kıracağından korkarak, salyangoz kabuğunda gecelemeye karar verir. Kabukta dinlenirken, yanı başına gelen iki hırsızın konuşmasına kulak misafiri olur. Hırsızlar zengin papazı soyma düşüncesindedir ama nasıl yapacaklarını bilememektedirler. Çocuk, onlara yardım edebileceğini söyleyerek ortaya çıkar. Demir parmaklıklardan girip, istedikleri kadar altını gümüşü onlara uzatabileceğini söyleyince, buna hırsızların da aklı yatar. Başparmak, papazın evine girince bağıra bağıra konuşarak ahaliyi uyandırır, hırsızlar amaçlarına ulaşamadan kaçıp giderler. Çocuk da evden çıkıp samanlığına saklanır. Orada samanların arasında uyurken, yem yiyen bir inek onu yutar. İneğin midesindeyken konuşmasından korkan papaz, ineği cin çarptığını düşünerek keser. Mideyi çöpe atarlar. Oradan geçmekte olan bir kurt bu leziz yemeği tek parçada yutar. Başparmak açgözlü kurda dilediği kadar yiyecek olan bir yere götüreceğini söyleyerek, evini tarif eder. Kurt ambardakileri mideye indirirken oğlan bağırıp çağırmaya başlar. Babası gelir, kurdu öldürür, karnını deşip Başparmak’ı kurtarır. Annesiyle babası oğullarıyla hasret giderirler ve bir daha dünyanın tüm altınlarını da verseler, yavrularına değişmeyeceklerini, söylerler.
Boratav’ın Nohut Oğlan masalında da gene çocuksuz bir karı koca vardır. Kadın kalburda nohut kalburlarken, “Keşke şu nohutlar kadar çocuğum olsaydı,” der. Der demez de nohutlar çocuğa dönüşür. Onlarca çocuk acıktık diye tutturur. Kadın bunlara yemek yetiştiremez. Çocukların kendilerini aç bırakmasından korkan karı koca, bir plan yapar. Bir kazan su kaynatırlar sonra da yıkama bahanesiyle tüm nohutları burada haşlayarak öldürürler. Sadece kapının mandalına saklanan en akıllısı kurtulmayı başarır. Nohut kadar bir çocuğa bakmakta ne var, onu sağ bırakırlar. Gel zaman git zaman birbirlerine alışırlar, aile olurlar. Çocuk eşeğin kulağında oturarak her gün babasına yemek götürür. Ardından da sabana sürülmüş öküzün kulağında tarlayı sürer. Bir gün tarlanın kenarından geçen padişah, çiftçi ağacın altında yatarken koskoca tarlanın muntazaman sürülüşüne hayret eder. “Sen burada yatarken, tarlanı kim sürüyor?” diye sorar. Adam, oğlum dese de inanmaz. Ancak öküzün kulağında görünce ikna olur. Nohut oğlan, padişahın çok hoşuna gider, satın almak ister. Adam önce biraz karşı çıkar ama ne yapsın karşısındaki padişah, en sonunda kabul eder. Oğlan da padişahın cebini deleceğini, babasının peşlerinden gelip düşen altınları toplamasını söyler. Padişah, oğlana, âlim mi, çoban mı, deveci mi olmak istediğini sorar. Oğlan deveci olur, başından türlü maceralar geçer, aklı sayesinde karnı hiç aç kalmaz ama bir daha ailesine kavuşamaz.
Bu masallar aslında ailelerin pişmanlıklarından doğmuştur. Geçmişte oldukça yaygın biçimde fakir ailelerin, kız çocuklarını zengin evlere ‘besleme’, erkek çocuklarını da çiftliklere ‘yanaşma’ olarak para karşılığında satmalarına rastlarız. Aile hem bir boğazdan kurtulur hem de bunun karşılığında bir miktar para alır. Çocuğunu bundan sonra ya yılda bir iki kez görür ya da adını bile unutur. Satın alan yerler, çocukları adeta köle gibi kullanır; yetiştirme adı altında tüm işler gördürülür ama herhangi bir sosyal hak ya da para verilmez. Çocuklar taciz, dayak, kötü muameleye de oldukça sık biçimde maruz kalır ama üstü kapatılır. Masallarda çocuk genellikle parmak / nohut kadar gösterilerek önemsizleştirilir. Satılanın ‘öz çocuk’ değil ‘parmak / nohut çocuk’ olarak gösterilmesi masallardaki kötü öz annelerin zamanla üveye dönüşmelerinin benzer bir izdüşümüdür. Aile çocuğu ufacık göstererek, ‘şuncacığın karnını doyurmakta ne var’ duygusu yaratarak yanlışını örtmeye çabalar. Çocuk bu satışa daima razıdır; hatta aile istemez, nazlanır, ‘Ben yavrumu dünyanın altınlarına değişmem,’ der ama çocuk onay vererek ailesini ikna eder. Burada ailenin suçunu hafifletme, en azından bir kısmını çocuğun üzerine yıkma çabasını görürüz. Çocuk hiç aç kalmaz, karnı daima kebap, kavurma gibi güzel yiyeceklerle doyar ve genellikle zenginlik içinde yaşar. Bu da ailenin vicdanını sağaltma çabalarının tezahürüdür. [Kendi iyiliği için onu başkalarına ‘vermek zorunda kaldık’ (aile asla satma kelimesini kullanmaz); biz burada kuru ekmeğe talim ediyorken o kebap kavurmayla besleniyor.] Sanki zorluk çeken / fedakârlık yapan çocuk değil de aileymiş gibi gösterilir. Aile çocuğunu görmediği için bu masalları kendisi uydurup kendisi inanarak, bir masumiyet halesi kuşanır. Öte yandan çocuklar genellikle zengin olarak döner. Böylece aile de, “Tamam çocuğumu ‘vermek zorunda kaldım’ ama birkaç yıl hayatı tanıyıp olgunlaştıktan sonra geri döneceğini sanıyordum, yoksa ben yavrumu dünyanın bütün altına dahi değişir miyim?” düşüncesi vererek, kendini aklamaya çabalar.
Ülkeler ve zaman değişse de, çocuk köleliğinin farklı biçimlerde de olsa devam ettiğini görürüz. Günümüzde gelişmiş ülkelerin fabrikalarını az gelişmiş ülkelerde kurarak, burada çocuk işçiliğine göz yummaları geçmişteki kölelikten pek de farklı değildir. Sadece gözümüzün önünden uzağa taşınmıştır. Tüketim çağının çılgınları olan bizler, küçücük çocukların minicik parmaklarının parçalanması pahasına ürettikleri ayakkabılara, giysilere vs. aylık kazançlarının misliyle fazlasını vererek giymekte sakınca görmeyiz. Daha da önemlisi giydiklerimize (içtiklerimize, kullandıklarımıza...) bulaşan küçük çocukların kanını görmeyiz.
Birkaç yıl öncesine kadar, Türkiye’de de hayvan pazarları gibi çocuk pazarları kuruluyordu (Bafra, Alaçam vs.). Yüce devletimiz devreye girerek, görünür pazarları ortadan kaldırdı ama çocuk köleliğinin aynı şekilde devam etmesine karşı pek de bir şey yapmadı. Halen ülkenin her yerinde çocuk köleliği; ev işçisi, çoban, tarla işçisi, çırak vs. gibi çeşitli adlar altında devam etmektedir. Özellikle yaz dönemlerinde çocuklar mevsimlik olarak kiralanmakta bazen de yekten satılmaktadır. Gerçek hayattaysa çocuklar, anlatılan masallardaki kadar şanslı değildir. Pek çoğu ağır koşullar altında çalışırken, tacize – tecavüze uğramış, darp edilmiş, iş kazası geçirmiş, sakat kalmış, hayatlarını yitirmiş, en basitinden bir daha ailelerine ulaşamamıştır.
* Heidi’nin Ayakları Neden Çıplaktı? – Sevim Akyürek – Evrensel Kültür Dergisi – Şubat 2015