Mert Karaatlı yazdı | İşçiler cephesinde bir sorun, bir gözlem
"İşçi mücadelesinde unuttuğumuz refleksleri tazelemenin, savunulacak bir şeyi bırakılmayan işçilerin taarruzunu örgütlemenin; tüm dünyada neoliberalizmin -egemenler arasında dahi- sorgulandığı bir dönemde, yeni toplumsal sözleşmelerin, yeni mücadele başlıklarının ve hedeflerin oluşturulmasının, işçilerin kurucu gücünü yaratmanın tam zamanı!"
Mert Karaatlı
İşçi mücadelesinin yakın dönem tarihine ilişkin bir inceleme yazısı, bu yüzyılın başında yazılsaydı, muhtemelen yazımızın girişi üç aşağı beş yukarı aynı donelerden oluşacaktı: Dünya kapitalizminin direksiyonunu finansallaşma lehine, neoliberal barbarlığın eşiğine doğru kırması, işçi mücadelelerinin elde ettiği çeşitli sosyal haklar ve kazanımların gasp edilmesi, sınıf siyasetinin zayıflaması, kurumlarının lağvedilmesi/güç kaybetmesi ve çeşitli haksızlık, hukuksuzlukların meydana gelmesi...
Dünyadan çeşitli örneklerle süslenen bu metin, hemen sonrasında kendini Türkiye'ye, 80 Darbesi'nde yaşanan yıkıma, ardından gelen Özal'lı yıllara ve nihayet AKP'nin iktidara gelişine bırakacaktır. Elbette böyle bir girişi zemin olarak kullanan yazar, bundan sonrasında ise, işçi hareketinin bu neoliberal saldırıya karşı nasıl direnebileceğine, mevcut sınıf örgütlerinin nasıl ayakta kalabileceğine, ayakta kalabilenlerin nasıl devrimcileşeceğine ilişkin kafa yoracaktır.
Gerçekten de 80 sonrasında, ama özellikle de AKP döneminde, Türkiye'de işçi mücadelesinin tarihi (özelleştirmelere karşı yürütülen mücadelelerden, zorunlu arabuluculuk dayatmasına, taşeron sisteminden, kıdem tazminatı ve işsizlik fonuna kadar) bir direnişin tarihi olmuş; işçi mücadelesinin bütün gündemleri de bu neoliberal programın getirilerine ve sermaye birikimi önündeki engelleri ortadan kaldırmak isteyen kapitalist sınıfın saldırılarına karşı bir savunma pozisyonuna dönüşmüştür.
Elbette bu savunma hattının ve direnç unsurlarının verdiği mücadele hafife alınamayacak derecede kıymetli olsa da, işçi mücadelesinin yalnızca savunma hattına sıkışıp kaldığı, kurucu pratiği üretemediği, hatta bu durumun "bu dönemde bundan fazlası olmaz" şeklinde kanıksandığı bir ortamda, mücadeleye dair çeşitli çarpık anlayışlar da kendini beraberinde getiriyor:
Bu çarpık anlayışlardan ilki, tam da az önce söylediğimiz gibi "bu dönemde bundan fazlası olmaz" diyerek, sermayenin bu tahakkümünün bir şekilde kırılacağı günü -hatta Türkiye özelinde söylersek Saray Rejimi'nin gidişini- işaret eden anlayıştır. Bahsedilen kırılış günü gelene kadar direniş saflarını bozmadan, işçi mücadelesinin potansiyelini yarınlara aktaracağını umar.
Birinci anlayışta dönemsel vurgular öne çıkarılırken, diğer çarpık anlayış görece daha "evrensel" bir bakış sunuyor: İşçi mücadelesinin zaten doğası gereği bundan fazlasını veremeyeceği; biraz karikatürleştirirsek, ücretli kölelik düzeninde bundan ileri gidilemeyeceği, gerisini anca "sosyalizmin paklayacağı" düşünülüyor. Böylece bu anlayış, çeşitli ekonomik mücadeleleri ve direnişleri doğrudan siyasal mücadelenin hararetli sularında boğarken, geriye kalan ise yalnızca bir avuç partili işçiye dönüşüyor...
Tüm bu anlayışlar bir yana, geçtiğimiz günlerde patronlar tarafından yeniden hedef tahtasına oturtulan tazminat hakkı ve 65 yaşındaki emekliliğinden başka hiçbir güvencesi kalmamış, sendikal örgütlülüğü Cumhuriyet tarihinin en düşük dönemini yaşayan ve yalnızca yüzde 7'si toplu iş sözleşmesinden faydalanabilen, sözün kısası borçlanmayla yaratıp yeniden ürettiği hayatı dışında hiçbir şeyi olmayan bir işçi sınıfı gerçekliği bulunmakta. Öyleyse tam da bugüne ve yakın geçmişe rehberlik etmek, geleceği kurmak için uzak geçmişi, başladığımız noktayı hatırlamakta fayda var.
Ücretlerin düşüşüne tepki olarak makine kırıcılığına başvuran ve bu ilkel eylemlerle dahi toplu pazarlığın yasal güvence altına alınması ihtiyacını dayatan Ludistleri, esasen çalışamaz duruma gelen işçiler için kurulan fakat sonraları grev ve direnişlerin örgütleyicisine dönüşen yardım sandıklarını; tüm bu mücadelelerin ortasında işçileri siyasal arenaya taşıyan, parlamentoda temsil hakkı ve seçim kanununda değişiklikler talep eden Çartistleri unutmayalım.
Henüz herhangi bir iş kanunu dahi bulunmayan, grev hakkı tanınmayan, sendikal örgütlülüğü bulunmayan bir çağda; kurucu misyonundan başka elinde avucunda bulunmayan işçilerin mücadelesini yeniden düşünmek gerekiyor.
Yeniden Türkiye'ye gelirsek...
Az önce de ifade ettiğimiz gibi, işten çıkarılmakla sineye çekmek arasında bırakılan işçiler, belki de tarihinin en örgütsüz dönemlerinden birini yaşıyor. Fakat tüm bunlara rağmen çeşitli şekillerde diri kalan ve kararlılıklarını sürdüren, kıdem tazminatına dokundurtmayan, alay komutanlarının üstüne yürüyen, metal fırtınayı yaratan işçi kesimlerinin varlığı, henüz solmayan bir potansiyele işaret ediyor.
Öyleyse işçi mücadelesinde unuttuğumuz refleksleri tazelemenin, savunulacak bir şeyi bırakılmayan işçilerin taarruzunu örgütlemenin; tüm dünyada neoliberalizmin -egemenler arasında dahi- sorgulandığı bir dönemde, yeni toplumsal sözleşmelerin, yeni mücadele başlıklarının ve hedeflerin oluşturulmasının, işçilerin kurucu gücünü yaratmanın tam zamanı!