Metin Çulhaoğlu’nun 30 yıllık klasik yapıtı “Tarih, Türkiye, Sosyalizm”in beşinci baskısı Yordam Kitap’tan çıktı. Çulhaoğlu ile “Tarih, Türkiye, Sosyalizm”in serüveninden sosyalizmin güncel ihtiyaçlarına, Avrupa komünist hareketinden “birey” ve “etik” tartışmalarına uzanan bir söyleşi yaptık.
Öncelikle yeni baskı için tebrikler. “Tarih, Türkiye, Sosyalizm” 12 Eylül yenilgisinin ardından solun arayış içinde olduğu bir döneme ait olan önemli bir kuramsal çıkış. İmzanızı taşıyan bu eserin bir klasik olarak kabul görmeye başlamasını ve 5. baskısını yapmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bizim kendi alanımızda öyle çalışmalar olur ki, gerçekten ciddi değer taşısalar, önemli olsalar bile bir süre sonra eskirler ya da güncel birtakım ihtiyaçlara cevap veremez duruma gelirler. Örnek olarak Avcıoğlu’nun “Türkiye’nin Düzeni”ni verebilirim. 60’lı yılların sol, radikal, devrimci arayışlarında başlıca beslenme kaynaklarından biriydi ve bunu hak ediyordu. Ama dünyanın ve Türkiye’nin belirli bir döneminde yazılmıştı; bugünse farklı bir dünyada ve Türkiye’de yaşıyoruz.
“Tarih, Türkiye, Sosyalizm” ise özel bir eksenden yola çıkan, belirli bir odaklanmaya sahip bir çalışmadır: Türkiye aydınının ya da aydın adayının kendi iç muhasebesi, klasik deyişiyle “angajman” ya da “bağlanma” sorunu ve bu sorunun aşılmasında bir yol olarak sosyalizm ve Marksizm…
Bunca zaman geçtikten sonra yeni baskı yapması, az önce değindiğim gündemin kalıcı olmasına bağlanabilir. Ortamlar farklı olabilir: Sosyalizm bir yenilgi döneminden çıkıyor ya da yükseliş dönemi yaşıyor olabilir; “tıkandı” gibi görünüyordur ya da kendine daha geniş etki alanı buluyordur… Hangisi olursa olsun hepsinde aydının bir iç muhasebe ve tercih gündemi mutlaka olacaktır.
Bu durumda kitabın, kimi eskimiş yanlarına rağmen, amortismanın çok uzun döneme yayıldığı bir tür “sabit yatırım” olduğunu söyleyebiliriz.
DEMEK KİTAP O KADAR DA “HETORODOKS” DEĞİLMİŞ!
Dördüncü baskının ardından verdiğiniz bir röportajda “Tarih, Türkiye, Sosyalizm”i önemli kılanın onun bir siyasi harekette vücut bulması olduğunu söylemiştiniz. İçinde bulunduğumuz dönemin bu anlamda “Tarih, Türkiye, Sosyalizm” açısından da yeni bir dönemi ifade ettiğini söyleyebilir miyiz?
Burada, geçenlerde bir söyleşide ilk kez dile getirdiğim bir konuyu açayım: “Tarih, Türkiye, Sosyalizm”, yaklaşık on yıl kadar sonra yayınlanan “Binyıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu”na göre daha “hetorodoks” bir çalışmadır. Bu nokta nedense pek görülmemiş, görece “hetorodoks” çalışma “ortodoks” kesimlerde eğitim materyali olarak kullanılırken bence çok daha ortodoks olan ikincisi sanırım batılı Marksistlere fazla atıf yapılıyor diye belirli bir rezervle karşılanmıştır.
Aslında mesele basittir: “Tarih, Türkiye, Sosyalizm”, bir yenilginin ardından gelen çıkış arayışlarında, o zamanlar akla takılan ve takılabilecek hemen her başlığa el atma, geniş bir alan turu yapma durumundaydı. İkinci çalışma ise Marksizm’e yönelik liberal ve sol-liberal, post-modern, post-marksist saldırılara karşı bir savunma hattı örme gerekliliğinin ürünüdür.
Şimdi, diyorum ki sözünü ettiğiniz “yeni dönemde”, özellikle genç kuşaklar, okuyacaklarsa işe “Tarih, Türkiye, Sosyalizm” ile başlasınlar. Sadece “çünkü ben önce bunu yazmıştım” diye değil; sosyalizmin yeni döneminde yeni kuşakların mutlaka ihtiyaç duyacakları, dozu iyi tutulmuş bir “hetorodoksi” yararlı olacağı için…
“Ya bu hetorodoksi bizi alıp başka yerlere savurursa” endişesi de olmasın. Kitap ilk yayınlandığında o zamanlar 2000’e Doğru dergisinde “Mehmet Gün” adıyla yazan Gün Zileli kitabın tanıtımını yapmış, kitaptaki görüşlere değer veren, olumlu birkaç sözden sonra uğradığı düş kırıklığını şöyle ifade etmişti: “(Kitap) dönüp dolaşıp okuru gene reel sosyalizmin o tel örgüleriyle ve bekçi köpekleriyle çevrili alanına getiriyor…”
Demek kitap o kadar da “hetorodoks” değilmiş!
İNSANLARI ZAHMETTEN KURTARMAK İÇİN YAZMADIM
Kitabınızın genç kuşaklar üzerindeki etkilerini gözlemleyebiliyor musunuz? Örneğin, sizin de hassas olduğunuz gibi, Marksist klasiklerin hakkı verilerek ele alınması yönünde bir motivasyon mu sağlıyor, yoksa "klasikleri okuma zahmetinden kurtulma" yönünde bir kolaycılığa mı kapı aralıyor?
Eğer “gözlemleme” derken genç arkadaşların gelip “abi şurada ne demek istiyorsun” diye kitaptan bir bölüm göstermelerini kastediyorsanız bu çok az oluyor. Ancak kendi aralarında tartıştıklarını duyuyorum, kimi yazılarda ve konuşmalarda atıflar da yapılıyor. “Etki” ise bu anlamda etkili olduğunu söyleyebiliyorum ve elbette bundan büyük memnuniyet duyuyorum.
Sorunuzun ikinci bölümü, yani Marksist klasiklere yönelik motivasyon sağlayıp sağlamadığı konusunda ise fazla bir şey söyleyebilecek durumda değilim. Ama geçmişten bugüne uzanan deneyimlerden hareketle şunu söyleyebilirim: Eğer bir insan Marksist klasikler söz konusu olduğunda “ben şunları okumalıyım” motivasyonuna kişisel olarak sahip değilse başka hiçbir güç ya da etmen onu bu alanda “iyi bir okur” yapamaz. Belki okur da, öylesine okur…
O zaman biraz daha ileri gideyim: Örneğin “Tarih, Türkiye, Sosyalizm” kitabını okuyan on kişiden ikisi Marksist klasikleri okuma yönünde bir motivasyon kazanıyorsa bu bir başarı sayılmalıdır. Zaten okumuş olanlar “bir de bu gözle yeniden okuyayım” diyorsa bu daha büyük bir başarıdır.
Yok, eğer “Markist klasikleri okuma zahmetinden kurtulma” aracı olarak görülüyorsa ki hiç sanmıyorum, bu elbette başarısızlık sayılmalıdır. Ama benim değil okurun kabahatidir; çünkü insanları zahmetten kurtarmak için yazmadım.
SÜRECİN EN GELİŞKİN HALİ 1970’LERİN AVRUPA KOMÜNİZMİ
Kitapta tarihsel sürecin Avrupa komünist hareketinde Bolşevizasyon sürecinin yarım kalmasına yol açtığını savunuyorsunuz. İçinde yer aldığınız siyasi hareketin yeniden bir Bolşevizasyon tartışması açmış olduğu da düşünüldüğünde, Avrupa komünist hareketinin tarihine bakarken nelerin göz önünde tutulmasını önerirsiniz?
Tarihsel olarak bakıldığında Avrupa komünist hareketinde gerçek anlamda, temelli sağlam ve “sürdürülebilir” bir bolşevikleşme, ancak Alman devrimiyle sağlanabilirdi. Bolşevikleşme hiç olmamıştır demiyorum elbette. Neticede ayrışmalar yaşanmış, Avrupa komünist hareketinin belirli öbekleri ünlü “21 koşul”u kabul ederek Komintern’e dâhil olmuşlardır.
Gelgelelim, bu Komintern katılımının kendi başına “Bolşevikleşme”yi getirmediği de açıktır. Daha açık konuşmak gerekirse, Sovyet dış politikası ya da tekil kapitalist ülkelerle ilişkilerin verili andaki durumu tüm Komintern partileri için bir “üst belirleyen” olmuştur. Bugün “niye böyle oldu” diye çok fazla deşmenin bir yararı olacağına inanmıyorum. Ancak “Bolşevizasyon” konusunda işlerin zaman zaman absürte vardırıldığını da görmek, kabul etmek gerekir. Örneğin ABD’de 1920 yılında “Sadece Rusça konuşanların aynı zamanda Bolşevikliğin de dilini konuşabileceği” gibi tuhaf görüşler ileri sürülebilmiştir (meraklısı için, Haluk Gerger, Canavarın Ağzında, Yordam 2015, s. 133).
Neyse, uzatmayalım, sorunuzda “Avrupa komünist hareketinin tarihine bakarken neler göz önünde tutulmalı” diyorsunuz. Bu konuda, üstelik “Marksist yönteme” uygun bir önerim olacak: “Sürecin en gelişkin hali” olarak 1970’lerin Avrupa Komünizmi alınsın ve buradan 1917-20 dönemine doğru adım adım geri gidilsin. En iyi yöntem budur; çünkü Avrupa komünist hareketi 50 yıllık dönemde neleri “içine atmışsa”, neleri sindirememişse, neleri kerhen sineye çekmişse, hepsinin kataloğunu Avrupa Komünizminde bulmak mümkündür.
B. Sadık Albayrak, geçtiğimiz hafta İleri Haber'de yayımlanan "Can Soyer'e itirazım var" başlıklı köşe yazısında Türkiye solunun esas yenilgisinin estetik alanında olduğunu savundu ve sizin içinden geldiğiniz geleneğin de bu alanda yeterince başarılı olamadığını söyledi. Yordam Kitap ise “Tarih, Türkiye, Sosyalizm”in yeni baskısının tanıtım bülteninde "Koyu teorik ve politik tartışmaların ortasında, Orhan Pamuk’un Sessiz Ev’ini, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ını ya da Balzac ve Flaubert’den Çehov ve Dostoyevski’ye dünya edebiyatının büyük yazarlarını görürseniz şaşırmayın... Bir Metin Çulhaoğlu klasiği okumaktasınız!" ifadelerine yer verdi. “Tarih, Türkiye, Sosyalizm”de sosyalist estetik adına neler bulabiliriz?
Umarım Yordam’ın tanıtımında bu ifadelere yer verildi diye kitabı salt bunun için, yani “sosyalist estetik” adına bir şeyler bulma umuduyla okuyan çıkmaz.
Az önce de söylediğim gibi kitaptaki edebiyat atıfları, o dönemde özellikle öne çıkan “birey”, “birey olma” gibi temalarla ilişkilidir. Sonra, sadece benim yaptığım da düşünülmemeli; “birey” konusu o kadar gündemdeydi ki Gelenek’in özellikle 1986-1989 dönemindeki sayılarında gene edebiyat atıflı başka yazılar da bulabilirsiniz. Aklıma gelenler arasında Cemal Hekimoğlu’nun Oblomov ve “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” ile ilgili yazıları da var.
Bunlar var ve bence iyi de yaptık. Ama kitabın üçüncü baskısına (2002) yazılan önsözde geçen şu ifade de var: “Açık konuşmak gerekirse, siyasi insan-yaşam ilişkisini, günümüzün revaçta olan edebiyat ürünleri bağlamında kurabileceğimi hiç sanmıyorum.”
Sanmıyorum, çünkü artık bu, “apayrı” olmasa bile özel bir alan haline gelmiştir. 1980’lerin ortamında yapılabilenlerin çok ötesine geçilmesini gerektiren değişimlerin ardından yeni şeyler söylenmesi gerekmektedir ve bu da beni aşan bir iştir.
‘ÖZGÜRLÜK’ VE ‘ÖZGÜRLEŞME’ GİBİ KAVRAMLARIN İÇİNİ HAKKIYLA DOLDURMAMIZ GEREKİYOR
Geçmişte birey tartışmasının ‘Tarih, Türkiye, Sosyalizm’de yapıldığı hali yeterli sayılarak kapatılması gerektiğini söylemiştiniz. Peki, AKP/Saray rejiminin hırsızlığı, pedofiliyi vb. olağanlaştıran dehşet verici bir ahlaki çöküntüyü simgelediği ve bu rejimin kapsamayı tercih etmediği geniş kitlelerin bu çöküntü karşısında ahlaki kaygılarla da politize olduğu bir dönemde sosyalistlerin "etik" ve "birey" gibi konuları yeniden tartışmaya başlamaları gerekmez mi?
Doğru, gerekir, ama bu kez biraz daha farklı bir bağlamda…
“Tarih, Türkiye, Sosyalizm” birey meselesini, “nasıl bir dünyada ve Türkiye’de yaşıyoruz” sorusundan görece bağımsız bir düzlemde, deyim yerindeyse yalıtılmış bir “birey-bağlanma-sosyalizm” zincirinde ele almaya çalışmıştı. Doğrusunu söylemek gerekirse o dönemde “yahu burası nasıl bir ülke”, “bunlar nasıl insanlar”, “daha neler göreceğiz” noktasına gelinmemişti; “Türkiye’de yaşanabilir mi yaşanamaz mı” sorusu da pek sorulmuyordu.
Bugün ise bu noktadayız.
Bugün bu noktada olmamızın anlamı da kabaca şudur: “Ben bir aydın, bir birey olarak ne yapmalıyım” sorusunun yerini “Ben bir yurttaş, daha önemlisi bir insan olarak ne yapmalıyım” sorusu almıştır. Dahası, bu ikinci soru, ilk dönemden farklı olarak, özellikle gençler ve kadınlar söz konusu olduğunda daha da yakıcı bir içerik kazanmıştır.
O zaman “etik”, “birey” gibi başlıklara yeniden girilmesi gerekir kuşkusuz; ama dediğim gibi “bağlam farkını” kaçırmadan. Ve bizim sosyalistler olarak bu noktada “özgürlük” ve “özgürleşme” gibi kavramların içini hakkıyla doldurmamız gerekiyor.
Yeri gelmişken şunu da ekleyeyim: Günümüzün egemen ideolojisi, eskisine göre, soldan, sosyalizmden çok daha fazla kavram aşırmakta, bunları kendine göre kullanmaktadır. Böyle olunca, kimileri duruma bakıp aslında bizim de sahiplenmemiz, değer vermemiz gereken kavramların liberal ideolojinin yapıntıları olduğu düşüncesine kapılmaktadır. Bunun anlamı, kendi kavramlarımızı burjuva ideologlarına teslim edip “al, senin olsun, tepe tepe kullan” demektir.
Demokrasi, özgürlük, katılım, yurttaş inisiyatifi, taban hareketi, öz örgütlenme vb. bizim “bunlardan bize hayır gelmez, hepsi liberaldir” diye karşı tarafa bırakacağımız kavramlar ve pratikler olmamalıdır. Dahası, bir kez daha “birey” diyeceksek, bireyin bu kavramların karşılığı olan pratikler içinde kendine yer bulması, böylece içine kapanmak yerine daha fazla dışa dönmesi mümkündür.
Kitabınızın Türkiye sosyalist hareketi için önemli bir zemin oluşturduğu aşikâr. Sosyalist sol adına günümüzde sürdürülen arayışın kuramsal ayağında nelerin ön plana konulması gerektiğini düşünüyorsunuz?
Sorunuzda “kuramsal ayak” dediniz, ben de ona göre, o sınırlar içinde kalarak yanıtlamaya çalışayım.
Bence bugün Türkiye’de en önemli, en can alıcı “teorik” çalışma ve tartışma konusu, Türkiye kapitalizminin mevcut yapılanması/uluslararası eklemlenmesi ile ülkedeki siyasal, ideolojik, rejimsel, hukuksal, kültürel vb. oluşumlar arasındaki ilişkilenme ve bu ilişkilenmenin gelecekteki olası seyridir.
Hep söyleriz, sınıf mücadelesi ile sınıf hareketi ayrı şeylerdir. İlki her durum ve koşulda kesintisiz olarak devam eder; sınıf hareketi ise inişli çıkışlıdır, giderek “sınıf hareketi yok” denilebilecek dönemlerden de geçilebilir.
Şimdi, bu ikisini birleştirerek şu sonuca varıyorum: Türkiye sosyalist hareketi, az önce sözünü ettiğim “teorik” çalışmasında/tartışmasında, sınıf mücadelesinin güçlü bir sınıf hareketine evrilmesi olasılığının ön plana çıktığı noktalar tespit edebilir ve kendini buna hazırlayabilirse önümüzdeki döneme damgasını vurabilecektir.
Şimdilik bu kadarla kalsın, çünkü başka “teorik çalışma” başlıkları da söylersem, her işi bırakıp teoriyle uğraşmayı öneriyormuşum gibi algılanabilir.