Örgütsel disiplin üzerine

Örgütsel disiplin üzerine

Bizlere düşen, belirsiz ve hamasi hedeflerin ötesinde rasyonel temellerini böylece ortaya koyduğumuz bir disiplini yukardan aşağıya, en fedakâr ve adanmış yoldaşlarımızdan başlayarak adım adım aşağıya doğru yaymak, mevcut gönüllülüğü zedelemeden onu bu mantıkla ve süreç içinde disipline dönüştürmektir.

Sinan Dervişoğlu

Örgütsel disiplin konusu, geçmişte, özellikle 1980 öncesinde Türkiye solunda çok önem verilen temel bir kavramdı; bugün ise sosyalist çevrelerde eski öneminden ve belirleyiciliğinden çok şey kaybetmiştir. Eskiden “çelik disiplin”, Leninist disiplin”, proleter disiplin” gibi kavramlar tartışmasız kabul edilen değerler iken bugün bu kavramlara, en hafif deyimiyle “mesafeli” davranılmakta, yer yer ise dudak bükülmektedir. Bu kavramlar elbette boş kavramlar değildir ve hepsinin hem tarihsel hem de güncel bir anlamı, bir değeri vardır. Ancak “disiplin” kavramı eskiden sahip olduğu teorik değeri ve pratik etkiyi niçin kaybetmiştir?

Birinci sebep, yaşanmış deneylerdir. Disipline bağlılığı belirleyen unsur, fedakârlık seviyesidir ve “örgüt disiplini” adına büyük fedakârlıklar yapılmış, ancak bu fedakarlıklara denk düşmesi beklenen sonuç, yani siyasi başarı elde edilememiştir. “Disiplin” adına insanlar okullarını bırakmış, işlerinden istifa edip profesyonelliğe geçmiş, şehrini terk edip başka bir şehre taşınmış, bir gecede yurt dışına çıkma durumunda kalmış, evinden ve ailesinden uzak başka bir isim altında yaşamlarını sürdürmüştür. Her fedakârlık bir emektir, her emeğin karşılığını beklemek insanın en doğal refleksidir. Bu kadar büyük fedakârlıkların sonucunda sosyalist hareketin içine düştüğü yalıtılmışlık ve başarısızlık, herkeste olmasa bile birçok dürüst militanda hayal kırıklığına yol açmış, artık “disiplin” adına istenecek yeni fedakârlıklara mesafeli davranmaya itmiştir.

İkinci sebep, disiplin kavramının yönetici kadrolarca yer yer istismar edilmesidir. Oluşan fikir ayrılıklarında, “disiplin” kavramının yönetimden farklı düşünenleri tasfiye etmek ve susturmak için kullanıldığı, tüm siyasi geleneklerde bilinen gerçek, “malumun ilamı”dır. Siyasi geleneğimizin ve kültürümüzün en arızalı ve kurtulunması gereken yönlerinden biri olan “farklılıkları özümsemek ve yönetmek yerine onları yok etme” hastalığının “disiplin” kavramıyla birleştirilmiş olması, bu kavramı bugün gözden düşüren bir diğer unsurdur.

Ancak geçmişten gelen bu olguların yanında, onlardan daha önemli ve belirleyici bir diğer unsuru göz önüne almazsak eksik bir tahlil yapmış oluruz. Disiplini belirleyen fedakârlık seviyesidir, fedakârlığı belirleyen ise devrimci motivasyonun büyüklüğü ve yoğunluğudur. Dünyanın üçte birinin sosyalizm tarafından yönetildiği, sömürgelerden ileri ülkelere kadar dünyanın dört bir yanında kızıl bayrakların yükseldiği, ülkemizde devrim ve sosyalizm adına yüzbinlerin meydanları doldurup düzeni sarstığı yıllarda, herkes “zaferin bir tık yakınımızda” olduğunu düşünüyor, hissediyordu ve dünya çapında mevcut dinamizmin ve zafere yakınlık duygusunun yarattığı devasa motivasyon, yukarda örneğini verdiğimiz bütün büyük fedakârlıkları anlamlı, gerekli ve rasyonel kılıyordu. Bugün üzülerek de olsa kabul etmemiz gereken ise, 2020’lerde bu resmin çok uzağında olduğumuz gerçeğidir. Sosyalizmin zaferi kaçınılmaz olsa da, ve hem ülkemiz, hem dünyamız büyük patlama ve dönüşümlere gebe de olsa, şu an herhangi bir “nihai zafer” duygusunun oldukça uzağındayız ve zaferle aramızdaki (şu an için mevcut) boşluk, büyük kişisel fedakârlıklarla doldurulamayacak kadar büyüktür, “her şeyden vazgeçme” türünde fedakarlıkları (sınırlı sayıda kadro dışında) mantıklı ve anlamlı kılmaktan uzaktır. Dolayısıyla yönetici kadroların üye ve taraftarlardan “disiplin” adına isteyebilecekleri fedakârlıkların hacmi ve kapsamı oldukça daralmış durumdadır. Bu “şikâyet edilecek” bir konu değil, temel alınması gereken objektif bir gerçektir.

Bütün bunlara karşın, disiplin konusu, her örgüt gibi sosyalist partilerin de faaliyetlerinde temel bir öneme sahiptir ve bütün bu gelişmeleri, günümüzün gerçeklerini göz önüne alarak bu kavramı yeniden tanımlamak, içini doldurmak ve inşa etmek önümüzde duran ciddi bir görevdir. Yazımızın konusu da bu olacaktır.

Önce birbirinden ayırt etmemiz gereken iki kavram üzerinde duralım:

GÖNÜLLÜLÜK VE DİSİPLİN

Bugün Türkiye’de TİP dahil bütün sosyalist örgütlenmelerde temel faaliyetler ağırlıklı olarak (özellikle orta ve alt kademede) “gönüllülük” temelinde yürümektedir. Gönüllülük nedir? Bu, bir işi doğru bulduğumuz, sevdiğimiz için, o iş bize anlamlı geldiği ve motive ettiği için yapmaktır. Sokak eylemleri, bildiri dağıtmalar, lokallerdeki toplantılar, mitingler. Büyük ölçüde bu çerçevede yürümektedir. Bu son derece olumlu ve güzel bir şeydir ve bu durum sosyalist örgütlerin elindeki en değerli sermayedir. Ancak gönüllülük disiplin demek değildir. Disiplin, bir işi (sadece) sevdiğimiz için değil, o iş üst bir davanın parçası olduğu için, o davayı temsil eden kolektif irade bunu istediği için, o iş o dava açısından kollektif irade tarafından gerekli görüldüğü için yapmaktır. Dolayısıyla disiplin, gerektiğinde sevmediğin işi de yapma kararlılığı ve iradesidir. Örnek vermek gerekirse gönüllülük bir lokali güzel resimlerle donatmak ise, disiplin gerektiğinde tuvalet temizlemektir. Kimsenin seveceği bir iş değildir; ama gerekli görülmüştür, doğrudur ve birinin yapması gerekmektedir. Disiplin, son derece pozitif bir enerji olan gönüllülüğün bir üst seviyesidir, genelleşmiş ve örgüt mantığıyla bütünleşmiş gönüllülüktür ve daha olgun bir siyasi profile işaret etmektedir. Şu aşamada görevimiz, mevcut olan gönüllüğü (doğru bir çalışma mantığıyla ve bir süreç içinde) disipline dönüştürmektir.

Salt gönüllülük temelinde yürüyen bir siyasi faaliyetin eksikleri nelerdir? Birincisi, öngörülebilirlik konusudur. Gönüllülük hislere dayanır ve hisler hem kişisel hayattaki hem de ülkedeki olaylardan etkilenerek değişkenlik gösterebilir. Bu temelde yürüyen bir faaliyet dizisine bazen 5, bazen 10, bazen de 3 kişi gelebilir. Kişisel yaşantısındaki bir olay, ya da partiyi siyasi alanda zor durumda bırakan bir gelişme o somut eylemdeki “gönüllülük” seviyesini, dolayısıyla eyleme katılım seviyesini etkileyebilir. Disiplinde ise resim daha nettir: Meseleyi bir disiplin meselesi olarak algılayan taraftarların katılımı daha nettir, daha iyi öngörülebilir, parti o konuda örgütten ne bekleyebileceğini daha iyi hesaplayıp öngörebilir.

Bir diğer konu ise siyasal konjonktürdeki dalgalanmalardır. Baskının ağırlaştığı koşullarda, gönüllülük temelindeki bir katılımın çapı doğal olarak daralacaktır; disiplini benimsemiş bir yapıda ise hareket bu dalgalanmalardan daha düşük seviyede etkilenecektir. Bu anlamda disiplini örgütte inşa etmek, her örgütün yaşaması kaçınılmaz olan “kara günlere” bugünden yapılmış bir yatırım olarak da algılanmalıdır.

Bu noktada bir önyargıyla da hesaplaşmak gerekiyor: Disiplin, sorgulamayı dışlar mı? Hayır! Disiplin bilinen klişe deyimle “ben bilmez merkez bilir” demek değildir. Kollektif iradeyi temsil eden yönetici organların aldığı kararı, eyleme geçmeden önce, her yoldaş sorgulama ve tartışma hakkına (ve görevine!) sahiptir. Herkes kendi görüşlerini cesurca paylaşmalı, ancak görüş farklılığı sürse de eyleme geçildikten sonra ona tüm enerjisiyle katılmak her üyenin temel yaklaşımı olmalıdır. Bu konuda geçmişte ön plana çıkan iki uç yanlışa, ortadan kaldırmamız gereken iki savrulmaya dikkat çekmek gerekir: Birincisi her konuyu gerekli gereksiz tartışmaya açan, tartışmayı “tartışma” olarak seven problem profillerdir ve bu durum genelde örgüte aidiyet duygusunun oturmamasının sonucu, içlerindeki huzursuzluğun dışa yansımasıdır. Bu profilin, eylem anında da çatlaklara dönüşmesi, “doğru bulmadığım işe katılmam” tavrına dönüşmesi çok zor değildir. Diğer uçta ise, farklı düşünmesine rağmen “şimdi bunu kararı eleştirirsem bana xx sapması derler, en iyisi susayım” tavrıdır. Bu daha da büyük bir tehlikedir, zira hareketin (gene kaçınılmaz olan) başarısızlık ya da tıkanma anlarında, bu içte biriktirilen tepkiler zehirli bir kitle gibi üyeyi kemirip onun aidiyet duygusunu aşındıracaktır. Zamanında eleştiri yapma cesaretini göstermiş bir üye “ben o zaman demiştim yoldaşlar. Dolayısıyla xx kararını özeleştiri yapıp düzeltmemiz gerekiyor” dediğinde hem örgüte sahip çıkmış, hem de örgütle bağını güçlendirmiş olacaktır. Ancak suskunluğu ve edilgenliği tarz edinmiş bir üye ise katkı yapmadığı bir süreçten giderek uzaklaşacak, içinde biriktirip dile getirmediği eleştiriler tıkanıklık anlarında onu ters ve negatif tavırlara sürükleyecektir. Kollektif iradeye uymak olan disiplin, o kollektif iradeye katılmayı da zorunlu kılar. Bunlar aynı sürecin birbirinden ayrılmaz iki parçasıdır.

Bu noktada sosyalizm saflarındaki disiplini irdelemeden önce düşmanımızın “disiplin” anlayışına göz atmakta yarar var.

EGEMEN SINIFLARIN “DİSİPLİNİ”

Egemen sınıfların toplumda kurdukları düzen (biz yıkana kadar!) tıkır tıkır işleyen bir makine gibidir ve bu makinanın işlemesinde disiplin temel bir öneme sahiptir. Ancak bu disiplin nasıl kurulur? Burjuva toplumunun ve onun kurumlarının disiplinini sağlayan temel unsur açık veya kapalı şiddet ve korkudur. Açalım.

İş hayatını ele alalım: Sabah 9:00’da işe gelip, 18:00’de çıkmak zorundasınız. Size anlamsız gelse dahi müdürün ve amirin dediklerini harfiyen yerine getirmelisiniz. Onlardan gelen kırıcı, aşağılayıcı tavırları dahi sineye çekmek ve işi verildiği gibi yapmak sizin görevinizdir. Bu nasıl sağlanır? Çok basit: Bunları yapmazsanız işten atılır, aç kalırsınız. Kapitalist toplumda iş disiplininin özü açlık korkusudur, aç bırakma terörüdür.

İş hayatı dışındaki kurumları, örneğin disipline örnek gösterilen orduyu ele alalım. Komutanların emirlerine, en anlamsız komutlarına dahi itaat etmezseniz fiziksel veya ruhsal şiddetle, aşağılanmayla, insanı karakterini ezen uygulamalarla karşı karşıya kalırsınız. Niçin? Burjuva ordularında şiddetin bu kadar ön plana çıkmasının sebebi basittir: Görev verilen erlerin baştaki profili ile, onlara verilecek görevlerin ağırlığı arasında devasa bir boşluk vardır. Askere gelen erler, köyden gelen, eğitimsiz, kendi halinde ve özgür ruhlu gençlerdir. Onlardan istenen görev ise insan öldürmek, gerektiğinde kendini ölüme atmaktır. Bu kadar büyük bir boşluğu hiçbir hamaset, hiçbir “vatan-millet” edebiyatı dolduramaz; bu boşluğu kapatmanın en etkin ve pratik yolu sistematik ve kurumlaşmış fiziksel şiddetin yarattığı korkudur.

Gözümüzü gene kendimize çevirelim: Sosyalist bir örgütte resmin 180 derece farklı olduğu açıktır. Örgüte gelenler zaten sosyalizm fikrini benimsemiş, bu konuda bir şeyler yapmaya istekli bireylerdir, onlardan istenen ise bu çabalarını sistematik, istikrarlı ve genel stratejiyle uyumlu hale getirmeleridir. Arada, burjuva ordularındaki gibi devasa bir boşluk yoktur, dolayısıyla bu insanlık dışı yöntemler bizim dünyamıza tümüyle yabancıdır.

Bu noktada şu soruyu soralım: Sosyalist örgütlerde disiplini şiddet yoluyla sağlamanın söz konusu olmaması, gene de disiplin için hiçbir zorlamanın, hiçbir yönlendirmenin yapılmayacağı anlamına mı gelir? Cevabı verelim ve devam edelim:

YÖNLENDİRME OLMADAN DİSİPLİN OLMAZ

Yönlendirme nedir? Çok açık ifadesiyle, bireyleri kendi konfor alanları dışına çıkarmak, onların mevcut alışkanlıklarını, zaaflarını, belli konulardaki isteksizliklerini aşabilmeleri için zorlamak, yardım etmek, iradi çaba sarfetmektir. Bu çabayı sarf edecek unsurların daha ileri bir noktada, bu tür zaaflardan daha önce arınmış olmaları doğal bir gerekliliktir. Bu yönlendirme eylemi biri pozitif, biri negatif iki boyut içerir:

Pozitif boyut, motivasyondur. İnsanları daha fazla kitap okumaya, siyasi çalışmaya daha fazla vakti ayırmaya, örgütlenme için daha fazla kafa patlatmaya ve daha etkili ilişkiler kurmaya iterek sağlanacak başarı ve bu başarının o yoldaşımızda yaratacağı motivasyon, disiplini güçlendirecek temel dinamiktir. Bu bilinen en temel gerçektir. Ancak disiplindeki gelişmenin sadece ve sadece bu yolla sağlanabileceğini düşünmek, gerçekçiliği düstur edinmiş biz sosyalistlere yakışmayacak bir iyimserlik, bir hayaldir. Zira soru şudur: Görev aksatıldığı zaman ne yapılacaktır? Yazılması vaat edilen yazı veya yollanması vaat edilen rapor 1 ay gecikince, mitingde kullanacak pankartlar hazır olmayınca, xx örgütlenmesi için yapılacağı söylenen toplantı 2 aydır yapılmayınca, yy. işi için kurulan komite 1 aydır toplanmayınca ne yapılacaktır? Bu sorular bizi yönlendirmenin negatif boyutuna götürmektedir.

Negatif boyut şudur: İşini aksatan ve faaliyetlerde bir boşluğa, duraksamaya yol açan yoldaş veya komitede, bir mahcubiyet duygusu yaratmadan, yoldaşta ya da komitede asgari bir utanma duygusu oluşturmadan, bu gerçeği ortaya koyarak onların “canını sıkmadan” disiplin duygusunun gelişmesi mümkün değildir. En ciddi zaafımız da bu noktadadır. Çok sevdiğimiz arkadaşlarımızı üzmemek adına bir dizi aksaklığa göz yummak, geciken, ertelenen ya da yapılmayan onlarca faaliyet dolayısıyla muazzam bir zaman ve enerji kaybına yol açmakta, hareket bir yandan kan kazanırken bir yandan da bünye dahilindeki kılcal damarlardaki bu iç kanamayla güç kaybetmektedir. Bu durum, hareket eden bir makinada iç sürtünme kuvvetlerinin yol açtığı verimsizlik ve israfla birebir aynıdır. Bu şekilde kaybedilen enerji ve zaman yüzünden, ilerdeki zor zamanlara bir dizi görevi gerçekleştirememiş olarak girmenin o zaman yaratacağı pişmanlık ve üzüntü şimdiden öngörülmeli ve bu konudaki titizlik artırılmalıdır.

Burada kritik nokta, negatif bildirimin üslubudur. Uyarı ve negatif bildirim yoldaşlık ruhu yitirilmeden yapılmalı, negatif bildirimi alan yoldaşlara “evet hatalıyım ama bu kadarını da hak etmedim” dedirtecek ve adalet duygularını zedeleyecek tavırlardan uzak durulmalıdır.

Bu olgu bizi temel bir değeri de yeniden tanımlamaya götürmektedir: İçselleştirilmiş disiplin. Disiplini içselleştirmiş bir yoldaş ya da komite, yukarda tarif ettiğimiz mahcubiyeti asla yaşamamak, parti nezdine asla mahcup düşmemek için her işi doğru ve vaktinde yapmayı benimsemiş öznedir. Bu ise siyasi planda yüksek bir öz saygı duygusuna işaret eder; hedeflememiz gereken profil de tamı tamına budur.

DİSİPLİN NASIL İNŞA EDİLİR?

Öncelikle nasıl inşa “edilmeyeceğini” söyleyelim: Bu, çatık kaşlı, etrafındaki herkesi haşlayan, kimseyi dinlemeyen, yüksek egolu bir yönetici profiliyle sağlanmaz. İşlerin hala büyük kısmının gönüllülükle yürüdüğü bir ortamda bu tür tavırlar (özellikle tabanda) tahrip edici ve daraltıcı sonuçlara yol açacaktır. Nasıl kasları geliştirmek için ufak ve anlamlı hareketlerle başlamak yerine direkt halter kaldırarak işe girişmek kas yırtılmasına yol açıp sakatlanmaya sebep olursa, mevcut gerçekliği göz önüne almayan sözde “sertlik”lerin de bünyemizde travmalara yol açması kaçınılmazdır. Dolayısıyla disiplini inşa etmenin ve geliştirmenin mantıksal temellerini tek tek ortaya koymak gerekir:

1. Motivasyon: Bu temel koşuldur. Tekrar edelim: Disiplinin özü fedakârlıktır, fedakârlık ise motivasyonla büyür. Motivasyonu inşa eden temel unsur ise örgütsel başarıdır. Partinin doğru bir çizgi izlemesi, emekçilerle doğru bir dille bağ kurması, doğru öncelikler saptaması, kritik anlarda sağlıklı tespitler yaparak kitleye ulaştırması başarının temel bileşenleridir. Başarısız, tıkanmış ve tıkanıklığı aşamayıp beyin ölümüne girmiş bir örgütte disiplin boş sözden ibaret olacaktır. Öte yandan gelişen bir disiplin de başarının düzeyini sarmal olarak artıracaktır. Yukarda söylediğimiz gibi başarıyı ve motivasyonu sürekli tutmak disiplin için gerekli temel unsurdur; ancak tek başına yeterli değildir.

2. Rasyonellik: Disiplin rasyonel olmalıdır. 09:00-18:00 çalışan bir yoldaşımızdan gündüz düzenlenen eylemlere katılmasını bekleyemeyiz ve buna katılmadığı için de eleştiremeyiz. Devlet sektöründe çalışan ve siyasi tavrı ifşa olursa işi tehlikeye girecek bir yoldaştan açık risk almasını beklemek de doğru olmayacaktır. Kurullar için de aynı şey geçerlidir. Bir üniversite ya da bilim adamları biriminden “ateizm” konulu bir panel düzenlenmesi istenebilir; ancak aynı paneli Konya İl örgütünden istemek anlamsızdır. Ancak bütün bu yoldaşların, kısıtlamalara rağmen yapabilecekleri bir yığın iş vardır ve bu konuda önce anlaşmaya varılmalıdır. Dolayısıyla disiplini sağlıklı inşa etmenin yolu, tek tek yoldaşlarla ve komitelerle, genel geçer ve herkesi kapsayamayacak katkılar istemek yerine onların koşullarını göz önüne alan makul, rasyonel “kontratlar” yapmak, disiplin işleyişini bu karşılıklı anlaşmalar üzerine inşa etmektir.

3. Titizlik: Rasyonellik liberalizm değildir. Bir kere bir üye ya da komite somut bir işi taahhüt edince, o iş titizlikle takip edilmeli, aksamalar, gecikmeler, ertelemeler hassasiyetle sorgulanmalıdır. İşlerin aksaması için gösterilen ve giderek klişeleşen gerekçeler de artık masaya yatırılmalıdır. Bunların başında “… aksadı çünkü eylemlere katıldık” gelmektedir. Eylem bir partinin temel varlık biçimidir ve hayati önemdedir; ancak eylem yapma “elektrikler kesildi çalışamadım”a dönüşmemelidir. Eylem yüzünden kitap okunmazsa, eylem yüzünden eğitim sürekli ertelenirse, eylem yüzünden xx örgütlenmesi için plan oluşturulmazsa, eylem yüzünden kurul toplanmazsa, bütün bu faaliyetlerin sürekli ertelendiğini bir ortamda eylemin kendisi de bir süre sonra anlamını yitirir. Parti tüm bu faaliyetlerle birlikte var olan bir yapıdır, bunların sürekli aksadığı bir ortamda eylem, sosyalist vicdanımızı rahatlatmaya yarayan aksiyonlara dönüşür. Kısaca aksayan işlerde işi veren kurul, işi üstlenen kurul ya da yoldaşa karşı o işin vaktinde ve doğru yapılması için ısrarcı, zorlayıcı olmalı, gereken noktada negatif bildirim yapmaktan çekinmemelidir.

Bu noktada, tüm bir siyasal yaşamı paylaştığımız, zorlukları birlikte göğüslediğimiz, bu yüzden de büyük bir sevgiyle bağlandığımız yoldaşları, bu sevgi yüzünden hoş görmek, kırmamak, bu yüzden de hata durumunda geçiştirmek ya da negatif bildirim yapmaktan imtina etmek ne yazık ki biraz yaygın, ama aşmamız gereken bir tavırdır. Sevgi, eleştiriyi engeller mi? Bu konuda 20.yüzyılda komünizmin sembolü haline gelen bir kahramanımızı, Che’yi izleyelim.

Che, yani Ernesto Guevara yoldaşımız, Küba devrimcileri arasında keskinliği ve titizliği ile nam salmış bir kadrodur. Çok çalışan, herkesi de çalışmaya sevk eden, hiçbir hatayı gözden kaçırmayan, hata ve gevşekliğe anında parmak basıp sert eleştiren, boş laflardan hoşlanmayan, vakit kaybına tahammül etmeyen, o yüzden de Küba’lı devrimciler arasında hem çok sevilen hem de cidden “çekinilen” bir liderdi. “Eyvah Che geliyor!” nidası, Küba devriminin orta kademe ve alt kadroları arasında oldukça yaygın bir reflekse ve çekingenliğe işaret ediyordu. Peki bu “titiz” ve “eleştirici” Che, bir sevgi fakiri, bir “yüksek egolu bürokrat” mıydı? Şu sözlerine kulak verelim:

Yoldaşlar, gülünç gözükme pahasına şunu söylememe izin verin: Gerçek bir devrimciye yol gösteren temel rehber, büyük ve yüce sevgi fikridir

20. yüzyılda insan ve insanlık sevgisinin sembolü, abidesi olan Che, aynı zamanda çok titiz ve yoldaşlarını (gerektiğinde sert) eleştirmekten çekinmeyen bir komünistti. Bu kişiliğiyle Che bize ne söylüyor? Eleştiriye sevgi yön verir, vermelidir. Eleştiride amaç sevdiğimiz yoldaşımızın daha iyi, daha donanımlı, daha başarılı, daha mükemmel bir sosyalist olmasıdır. Eleştiride amaç bizleri birleştiren o bütüne, yani daha güçlü ve başarılı olması için çalıştığımız Hareketimize olan sevgi ve bağlılıktır. Bizim sevgimiz ve bizim eleştirimiz bir bütündür, öyle algılanmalıdır. Sevdiğin bir arkadaşı gerektiğinde (ve sevgiyi yitirmeden) eleştirebilmek yoldaşlığın özüdür, onu sıradan arkadaşlıktan, “kanka”lıktan ayırt eden temel özelliktir.

Bizlere düşen, belirsiz ve hamasi hedeflerin ötesinde rasyonel temellerini böylece ortaya koyduğumuz bir disiplini yukardan aşağıya, en fedakâr ve adanmış yoldaşlarımızdan başlayarak adım adım aşağıya doğru yaymak, mevcut gönüllülüğü zedelemeden onu bu mantıkla ve süreç içinde disipline dönüştürmektir. Sadece Mustafa Suphi’ye ve Behice Boran’a değil, aynı zamanda Utkan kardeşimize ve Metin Abi’ye verdiğimiz “devrim” sözünü tutmanın temel koşullarından biri budur. Metin Abi ölmeden 2 gün önce beni şahsen telefonla aramış, sağlığı kötüye gitmesine rağmen yeni üstlendiği bir çalışma için benden yardımcı belgeler istemişti. 2 gün sonra onu kaybettik; ama çok net biliyoruz ki 2 gün sonra öleceğini bilseydi dahi, masasında o çalışmayı sürdürmeye gene devam ederdi.

Disiplin budur, adanmışlık budur…

DAHA FAZLA