Özgür Derya
Bir şiiri bestelemek, bir romanı filme almak, bir heykelin ya da mimari yapının fotoğrafını çekmek, başka bir deyişle bir sanat disiplini içerisinde üretilmiş bir eserin başka bir disiplin içerisinde yeniden üretimi. Bu olgu, kitle kültürünün tüketim kalıpları içerisinde endüstriyelleşen sanatın uzun yıllardır gündeminde. Kitle kültürü, sanat ürünlerinin daha geniş yığınlar tarafından tüketimi, sanat disiplinlerinin de sınırlarını zorlamış, bir yeniden üretim pratiğini gündeme getirmiş. Öyle ki, Oliver Twist, Küçük Prens, Alice gerçekte hiç var olmayan kahramanlar oldukları halde, dünyanın tanınmış siyasi figürleri, bilim insanları, kanaat önderleri vs. figürlerden daha fazla resimleri çizilmiş. İnsanlar onları Amerikan başkanlarından ya da Fransa’nın krallarından, Alman generallerinden daha iyi tanıyor görsel anlamda. Brooklyn Köprüsü, Eiffel Kulesi, onları gören insanlardan daha fazla insanın zihninde değişik açılardan çekilmiş fotoğraflar olarak yerleşmiş. Bu yeniden üretim pratiği, endüstrileşen sanat çağında yaygın olarak gündeme gelse de, tarihçeyi Fransız devrimi sonrası uluslaşma hareketlerine kadar, Sovyet devriminin ilk yıllarına kadar götürmek mümkün. Polonyalı, Macar şairlerin memleket sevgisi temalı şiirlerinin bestelenmesi, Michelangelo, Rodin heykellerinin replikalarının okullara, meydanlara dikilmesi, geleneksel halk müziği örneklerinin klasik müziğe uyarlanması, Nazilerin şair Dietrich Eckart’ı keşfi vs. biraz da “devlet ve propaganda” kapsamında incelenmesi gereken yeniden üretim pratikleri.
Şiir ve müzik özelinde düşünürsek, Sümer’den beridir, Antik Yunan’dan beridir “ozan” ve “şair” aynı kişilerdir. “Ozan” ve “Şair” in ayrışması, yukarıda da belirttiğim gibi, ulusal kimliğin inşası gündeme geldiğinde, geleneksel şarkıların sözlerinin yeni oluşan kültürün gereksinimlerini karşılayamaması, daha epik, kanonik, eserlere gereksinim duyulması, aynı zamanda kentli bir kültürün ve yeni bir sosyolojinin, tüketim alışkanlıklarının gündeme geldiği bir döneme denk düşer. Kitle kültürü gündeme geldiğinde, müzik nasıl yeni araçlara, yeni anlatım olanaklarına gereksinim duyuyorsa, kitlesel muhalefet hareketleri, başkaldırılar ve bu kapsamda oluşmaya başlayan muhalif kültür de yeni anlatım olanaklarına gereksinim duymaya başlar. Amerika’da Pete Seeger ve Woodie Guthrie gibi protest folk şarkıcıları Jim Garland, Langston Hughes, Latin Amerika’da Nuevo Cancion şarkıcıları Pablo Neruda, Nicolas Guillen, Miguel Hernandez, Fransa’da Jacques Brel, Charles Aznavour, Yves Montand gibi şarkıcılar, Paul Eluard, Louis Aragon, Jack Prevert gibi şairleri bestelemeye başlarlar. Bütün bu ülkelerde, müzikal yapısını geleneksel müzikten alan, şarkı sözü olarak ise büyük şairlerin şiirlerine yaslanan yeni bir muhalif müzik formudur bu.
Nâzım Hikmet şiirlerinin bestelenmeye başlaması, 1960’lı yılların ilk yarısında, Amerika, Latin Amerika, Çin, Afrika, dünyanın neredeyse bütün coğrafyalarında kitlesel sol muhalefetin yükselmesi ile gündeme gelir. 1950’de Pablo Neruda ile birlikte Uluslararası Barış ödülünü alması, sonradan Dünya Barış Konseyi Başkanlık Divanına seçilmesi, Asya- Afrika yazarlar birliğinin genel sekreterliğini yapması, bu vesileyle neredeyse dünyanın her yerine yaptığı seyahatler, katıldığı toplantılar, yaptığı radyo konuşmaları, dünyadaki muhalif kamuoyunun dikkatini Nâzım Hikmet’e ve şiirine çeker. Söylemeye gerek yok, yalnız eylemliliği değil şiiri de kendi ülkesinin sınırlarını yalnız söylem anlamında değil, edebi olarak da fersah fersah aşmış bir dünya şairidir Nâzım Hikmet. Dünyada kaç milyar insan varsa, her birine teker teker söyleyecek bir sözü vardır. Aynı zamanda her birinin derdini de, sıkıntısını da, kavgasını da kendine dert edinmiştir.
Dünya müziğinde bir muhalefet pratiği olarak Nâzım Hikmet şiiri ve temaları:
Şiir çevirisinin nasıl olması gerektiği uzun zamandır tartışılan bir konu. Bir açıdan bakıldığında bu da bir yeniden üretim pratiği. Şiir dilinin düzyazı ya da konuşma dilinden farklı olarak metaforlar, göstergeler, göndermelerden oluşan bir anlam evreni var. Dolayısıyla kavranılması da, düzyazı dilinden farklı olarak dilin mevcut araçsallığının dışında imgesel, imajiner bir kavrayış. En gündelik tümceler, şiir sınırları içine girdiğinde bambaşka anlamlar yüklenebiliyor. Dolayısıyla, okuyucunun başka bir dilden çevrilmiş şiirle kurduğu anlam ilişkisi kendi dilinin şairiyle doğrudan kurduğu ilişki gibi çok yönlü, çok katmanlı bir ilişki değil, daha yüzeysel. Daha belirgin duygular üzerinden kuruluyor bu ilişki, hasret gibi, aşk gibi, yurt sevgisi vs. gibi. Türkiye’de bestelenmiş Paul Valery, F.G. Lorca, Konstantin Simonov, Yannis Ritsos vs. şairlerin şiirlerine baktığımızda örneğin, bu baskın, belirgin duyguların öne çıktığını görüyoruz. Daha karmaşık duygu-durumların yansıtıldığı örnekler de yok değil tabii. Örneğin Mozaik’in “Çok Alametler Belirdi” albümünde yer alan, Antik Yunan’da yaşamış kadın şair Sappho’nun şiirinden bestelediği “Sappho İle Konuşma” adlı şarkısı, Ezginin Günlüğü’nün “Bahçedeki Sandal” albümünde yer alan Şeyh Galib’in şiirinden bestelediği “Su Uyur” adlı şarkısı ilk aklıma gelenler. Ama yine de, örneğin Zülfü Livaneli’nin “Bulut mu Olsam” şarkısında Nâzım Hikmet şiiri, Yves Montand’ın “Dans Ma Maison” şarkısında Jacques Prevert şiiri ile kurduğu ilişkilerdeki derinlik, aynı müzisyenlerin yabancı şairler ile kurdukları anlam ilişkisinde bu kadar belirgin değil.
Nâzım Hikmet’in bestelenmiş ilk şiiri “Kız Çocuğu”. 1961 yılında Pete Seeger tarafından, “I came and stand every door” adıyla kaydedilmiş. Seeger, bir İskoç halk şarkısına, Nâzım Hikmet’in şiirini uyarlamış.
Şarkı ritmik ve melodik anlamda klasik Amerikan protest folk öğelerini taşıyor. Sonrasında 1965 yılında Yves Montand, “Dünyanın En Tuhaf Mahluku” şiirini “Mon Frére”(Akrep Gibisin) adıyla bestelemiş. 1967 yılında da “Saat yirmi bir yirmi iki şiirleri” arasında yer alan, “En güzel deniz henüz gidilmemiş olandır” dizesiyle başlayan bölümü “La Plus Belle De Mer” (En Güzel Deniz) olarak bestelemiş. Özellikle Mon Frére şarkısı hem müzikal anlamda, hem de müzisyenin şairle kurduğu anlam ilişkisi olarak, farklı bir yerde değerlendirilmeyi hakediyor. Akrebin ürkünçlüğünü, karanlığını, sinsiliğini, serçenin telaşını, midyenin kapalılığını, sönmüş yanardağ ağzının korkunçluğunu Montand’ın teatral yorumunda hissediyor dinleyici. Yves Montand, gocuklu celep gibi sopasını kaldırıyor, şarabımızı vermemiz için bizi üzüm gibi eziyor, milyonlarca olmamıza ileniyor, bütün bu dizelerdeki ironiyi, göndergeyi Fransızca bilmeyen insan bile bire bir hissediyor.
Yves Montand’ın diğer Nâzım Hikmet bestesi “La Plus Belle De Mer” hem melodik hem de ritmik anlamda tipik Fransız Chanson karakteristiği taşıyor. Davul ritmi kullanılmaması, akıcılığın arkada sürekli devam eden yaylı, nefesli partisyonları ile devam etmesi kaçınılmaz olarak şarkıya lirik, melankolik bir hava veriyor.
Nâzım Hikmet’in dünya çapında yaptığı geziler, toplantılar ile büyük ilgi uyandırdığını yazmıştık. Öyle ki, Che Guavera, Küba devriminden yıllar sonra, yurtdışında görevdeyken karısına seslenmek için Türk şairin sözcüklerini kullanır: “Birtanem” der ve bu ifadeyi “yaşlı Hikmet’ten ödünç aldım” diye açıklar. Aleida’ya yine “Birtanem” diye seslendiği bir diğer mektupta ekler “Bu aşk dolu tek mısrayı sevgimin gerçek boyutunu sana göstermek için gizlice Hikmet’in dolabından aldım”(1) Nâzım'ın 1961’de gerçekleşen Küba seyahatinden on yıl sonra 1971 yılında judeo espanol (2) ezgileri söyleyen Arjantinli Dina Rot “Cartas” (Mektuplar) adlı bir albüm yayınlar. Albümün ilk yüzündeki altı şarkı, Nâzım Hikmet’in Bursa cezaevinden Hatice Pirayende’ye yazığı mektuplarda bulunan altı adet şiirden oluşmaktadır. Ek olarak diğer yüzde Nâzım Hikmet’in “Mavi Gözlü Dev Minnacık Kadın ve Hanımelleri” adlı şiirinden bestelenen El Gigante de Ajos Azules (Mavi Gözlü Dev) adlı şarkı da yer alır.
Dina Rot’un Nâzım Hikmet şiiri ile kurduğu ilişki, yine başta anlattığım gibi özlem, aşk, hasret, vs baskın, belirgin duygular üzerinden olmuş. Müzikal anlamda judeo espanol ezgilerinin tipik özellikleri olan lirizm, melankoli yine ön planda. Ama farklı arayışlar da yok değil. Örneğin 4. Mektup (kalbimin kızıl saçlı bacısı/ yalnızca bir yıl sürer yirminci yüzyılda ölüm acısı dizeleriyle bilinen şiir) yine şarkıcının teatral yorumu, keskin, aksak piyano yürüyüşleri ile farklı bir müzikallik olarak değerlendirilebilir. Ama albümün genelinde Dina Rot’un berrak, akıcı, renkli vokali ön planda. Flüt, gitar, akordeon, kontrbas çok da karmaşık olmayan, minimal düzeyde tutulan orkestrasyon ile vokaldeki bu akıcılığı destekliyor. Basit, abartısız, vokal merkezli ama etkili bir müzik. Bizdeki dinleyicinin Joan Baez, Loreena McKennitt gibi şarkıcılardan aşina olduğu bir müzik biçimi bu.
Diğer bir albüm, 1982 yılında Yunanlı şarkıcı Manos Loizos tarafından yapılmış “Grammata Stin Agapimeni” albümü. Manos Loizos’un sağlık sorunları ve Yunanistan’daki politik karışıklıklar nedeniyle albüm gecikmeli olarak yayınlanmış muhtemelen. Albümdeki on dört şarkının hepsi Nâzım Hikmet şiirlerinden bestelenmiş. Yunanistan’da albaylar cuntası darbe yapınca 1972 yılında Kıbrıs’a kaçan ve bir süre burada yaşayan Manos Loizos, Nâzım Hikmet şiiri ile de burada tanışıyor ve çok etkileniyor. Albümdeki bazı şarkılar yine tanıdık: I Pio Omorfi Thalassa (en güzel deniz….); Monakrivi Mou (Kalbimin kızıl saçlı bacısı/ en fazla bir yıl sürer yirminci yüzyılda ölüm acısı….) Ama farklı şarkılar da var albümde. Opos O Kerem (Kerem Gibi); Ti Omorfo Pou (Ne güzel şey hatırlamak seni); Stithogi (Angina Pektoris); Kata Tis Lampsis Pera (Ayın altında kağnılar gidiyordu) vs. on dört şiiri Manos Loizos bestelemiş.
Albümde müzik olarak yine bir minimalizm var. Kullanılan enstrümanlar klasik gitar ve melodika çok sınırlı olarak da blok flüt. Manos loizos bazen ıslıkla, bazen de gitara davul gibi vurarak şarkılara eşlik ediyor. Bu kadar az enstrüman olması müziği kısırlaştırmıyor. Manos Loizos büyük müzisyen. Çoğu şarkıda altyapı basit gitar arpejleri üzerine kurulsa da, bazı şarkılarda üst iki tel üzerinden yürüyüşler, bazı şarkılarda hem tellere hem gövdeye vurularak yürüyen ritimler şarkılara epik, destansı bir hava veriyor. Manos Loizos’un teatral yorumu, bazı yerlerde gürleyerek, bazı yerlerde fısıldar gibi kullandığı vokali şarkıları tekdüzelikten kurtarıyor, dinamik bir yapı kazandırıyor. Albümü dinlerken ilgi hiç dağılmıyor. “Kerem Gibi” şarkısı dikkatimi çekti. Kalbi soldan atan herhangi bir insan, bu şiirin bir iki dizesini duysa bile, hemen öğrenci eylemlerine, işçi direnişlerine, bir mayıslara vs. dalar gider. Şiirin dizeleri çoğumuzun kulağında Nâzım Hikmet’in kendi sesinden ya da Genco Erkal’ın yorumuyla yankılanır. Gür sesiyle, insanları kurşun eritmeye, yanmaya, karanlıkları boğmaya çağıran bu epik şiir, ister istemez dinleyende bir ayağa kalkma, kalkıp bir şeyler yapma gibi duygular uyandırır. Loizos, şiirin gür sesini müziğe kurban etmiyor. Marş formunun çevresinde dolanıyor, yer yer gürleştirdiği vokali dinleyeni ajite ediyor, ayağa kalkıp yumruğunu havaya kaldırmaya kışkırtıyor. Ve bir tek gitarın eşlik ettiği vokali, melodikası ve ta ta ta/ti ti ti gibi çıkardığı seslerle yapıyor bunları. Albümde Manos Loizos’un Nâzım Hikmet’i farklı noktalarından yakaladığı ilginç besteler olsa da, genele yine bir lirizm, bir melankoli hakim. Loizos’un kendi hayat deneyimi de bir yakınsamalar, ıraksamalar, sürgünler, dönüşler, tecritler, kalabalıklar toplamı olduğundan, Nâzım Hikmet şiiri ile bu kadar derin bağlar kurabilmiş belki de. Müziğin dili ile şiirin dilinin bu kadar birbirine yaklaştığı örnekler çok fazla değil.
İlginçtir, dünyada Nâzım Hikmet şiirlerinin bestelenmeye başlanması 1960’lı yılların başlarına denk gelirken, Türkiye’de ilk örnek Ruhi Su’nun 1972 yılında yayınlanan “Seferberlik Türküleri” albümünde yer alan “Kadınlarımız” bestesidir. Bu gecikmişliğin nedeni, Nâzım Hikmet’in uzun yıllar yasaklı kalması, Nâzım Hikmet ismi ile ilintili herhangi bir eylemin direk devlete, düzene tehdit oluşturacak bir kalkışma gibi görülmesi ve uzun soruşturmalara, tutuklamalara yol açmasının yanında, müziğin endüstrileşmesinin, müzik türlerinin çeşitlenmesinin biraz geç başlaması, kitle kültürünün TRT politikaları doğrultusunda şekillenmesi gibi nedenlerdir. Bir sonraki yazımda Nâzım Hikmet’in Türkiye’deki muhalif müzik yönelimleri içerisinde nasıl kavrandığı, nasıl yorumlandığı, Türkiyeli müzisyenlerin Nâzım Hikmet şiiri ile hangi noktalarda ilişki kurduğu gibi konulara bakmaya çalışacağım.
Notlar:
(1) Ernesto Gómez Abascal- Nâzım Hikmet’in Küba’yı seyahatinin 50. yılında Kuşkular ya da sırlar (İspanyolcadan çeviren: Ekin Poyraz)- Sol Haber Portalı
(2) Judeo Espanol ezgileri, bizde Safarad Müziği olarak da bilinir. 1492 yılında İspanya kralı Ferdinand’ın zulmünden kaçan yahudilerin müziğidir. Bilindiği üzere, bu yahudilerin bir kısmı gemilerle Osmanlı’ya sığınmıştır. Sefarad müziği, bizim bugün “Sanat Müziği” olarak kodladığımız, kökenlerini tekke müziğinden, saray müziğinden alan, yer yer halk müziği ile de iç içe geçmiş makamsal müzik ile de, halk müziği ile de formal anlamda etkileşimlerde bulunmuştur. Türkiye’deki müzik dinleyicisinin kulağına yakın bir müziktir. Günümüzde de Yasmin Levy, Los Pajeros Sefaradis, Janet- Jak Esim gibi müzisyenler tarafından sürdürülmekte, popüler olarak dinlenmektedir.