Özgür Derya yazdı | Küçük adam ne oldu sana

Özgür Derya yazdı | Küçük adam ne oldu sana

Özgür Derya

Küçük Adam Ne Oldu Sana, Hans Fallada’nın 1932 tarihinde yayınlanan romanıdır. Roman, I. Dünya Savaşı ertesinde, yıkımı derinden yaşayan Almanya’da her şeye rağmen yaşamaya çalışan küçük insanların gitgide küçülen dünyalarında açlık ve sefaletle baş etmelerinin, her koşulda hayatı var etmelerinin hikayesi anlatılır. Küçük Adam’ın hikayesinin akışı boyunca, satır aralarında burjuva ahlakı, burjuva sınıfının sömürgen yapısı, kaypaklığı, köşe dönücülük, bencillik vs. Almanya’yı nazizme götüren koşullar da sorgulanır. Yıllar sonra, Hans Fallada’nın el yazmaları incelenirken kitabın yayıncısı tarafından sansüre uğradığı tespit edilmiştir. Fallada, kitap yüzünden “Nazi karşıtı faaliyet” suçlamasıyla bir süre hapsedilmiştir.

Küçük adam ve onun küçük dünyası günümüzün distopik düşünce dünyasında daha çok bir geçmiş zaman özlemi olarak karşımıza çıkıyor. Mütevazi döşenmiş tek gözlü kondular, çıtır çıtır yanan bir soba, mütevazi bir sofrada beraberce yenen bir tencere sıcak yemek… Var mıdır böyle bir dünya? Vardır elbet. Güzel midir? Yaşayana sormak lazım. O sobaya atacak odun, o tencerede kaynatacak yemek varsa o gün için güzeldir en azından. Ne diyordu Melih Cevdet Anday “Islık Çalmak” şiirinde: Ve geceleri yatakta/Duymamak için tabanlarının sızısını/Zengin olmak lazım. Mesele ister istemez bir zenginlik- yoksulluk ikilemine, buradan yaşamın, kapitalizmin çelişkilerine gelecek şüphesiz. Buradan başlayıp böyle bir noktaya gitmemek mümkün mü? Ama benim muradım, “Küçük Adam”ın varlığı, ekonomi- politik olarak nereye denk düştüğü vs. değil, sanatsal ve toplumsal düzlemdeki tezahürü. Örneğin AKP iktidarı da, yaklaşık böyle bir küçük adam söylemi ile çıkmıştı yola. Kamu kurumlarında adam yerine konulmayan, hastane kapılarında sürünen, başörtüsü yüzünden üniversiteye alınmayan, sürekli hor görülen bir “küçük adam”dan ve onun küçük dünyasından başlayan hikâye, kafasında makarna süzgeci, bedenine kefen niyetine doladığı dantelli perdeyle kahpe Bizans kovalayan, tank egzozuna atlet tıkıp savaş uçaklarına levye fırlatan bir ahir zaman cengaverinde son buldu. Ulusalcı, milliyetçi kesimin bir ara bulduğu her duvara, dükkân camına astığı o meşhur Çanakkaleli iki asker fotoğrafı vardı. Sonradan bu kişilerin Çanakkale savaşından yıllar sonra savaşın yapıldığı alandan hurda toplayan kişiler olduğu ortaya çıkmıştı ama bir düşünce biçiminin küçük adama bakışını göstermesi açısından fotoğrafın göndergesi önemliydi. Üzerindeki giysileri yırtık pırtık, ayaklarına ayakkabı niyetine çaput sarmış, gariban ama kahraman, muzaffer insanlar. “Küçük adam” hep kahraman olmak zorunda. Kendini, ne olduğunu, özlemlerini, ihtiyaçlarını hiçlemek zorunda. Öznelliğini, bireyselliğini unutup, gidip bir kalabalığın arkasında saf tutmak zorunda.

Küçük adam, müzikte ilk olarak aydınlanma dönemi Fransa’sında görünmeye başlar. Aydınlanma dönemi sanatçısı, tıpkı aynı dönemin düşünürü gibi soyluları, kralları, ruhban sınıfını ve dinselliğe, tanrısallığa ait olan her şeyi kıyasıya eleştirip yerine dünyeviliği merkeze almış, o zamana kadar tanrıya ait olanı bu dünyaya, topluma ait olanla ikame etmeye çalışmıştır. Doğal olarak da sanatta soylu sınıfının değil, geniş halk kesimlerinin beğenisini, temsilini aramıştır. J. J. Rousseau 1758 yılında dostu D’alembert’e yazdığı mektupta tiyatronun sahnedeki acılar için döktükleri gözyaşının binde birini gerçek dünyadaki acılar için dökmeyen üst sınıfların pohpohçusu olduğunu söylüyordu.(*)

O dönemlerde, İtalya’da ağır opera eserlerinin (Opera seria) arasında dinleyicilerin biraz kafasını dağıtmak, biraz dinlendirmek için neşeli, hafif oyunlar oynanıyordu (Opera Buffa). Bir süre sonra, ağır opera eserlerinden daha fazla ilgi gördüğü için, bu hafif, komik opera formu bölüm aralarında değil, ayrı bir eser olarak oynanmaya başlandı. Fransız aydınları, bu gelişmeleri takip ediyordu. İlginçtir, bu hafif, komik operaların Fransa’da ilk örneklerinden biri olan La Devine Du Village (Köyün Kâhini) Fransa’da devrimin ideologlarından Jean Jacques Rousseau tarafından yazıldı ve bestelendi. Eser birçok eleştirmence zayıf ve armoni hatalarıyla dolu bulunsa da çok büyük ilgi topladı ve operetlere, melodramlara gidecek olan yolu açmış oldu. Ardından İtalyan besteci Giovanni Battista Pergolesi’nin La Serva Padrona (Hanım olan hizmetçi) adlı operası yine 1752 yılında Paris’te sergilendi. Eser, hizmetçilikten hanımlığa yükselen bir genç kızın hikayesini anlatıyordu. Bir genç kızın hizmetçilik yaptığı konağın hanımı olup olamayacağı, dönemin gazetelerinde uzun uzun tartışıldı. Bunun yanında Pergolesi’nin dinleyicinin ilgisini sürekli canlı tutan dinamik müzikalliği, müziğin, armoninin hikâyenin akışını ve sözleri destekleyici yapısı da bolca tartışıldı. Ardından Mehul, Gluck gibi Fransa’nın büyük operacıları bu yönde eserler vermeye başladılar. En fazla iki kişi ile oynanan, çok uzun sürmeyen, konularını göreceli olarak daha gündelik mevzulardan alan bu müzik biçimi yeni bir norm oldu.

Fransız devriminin hemen öncesinde yeni dünyaya, yeni insana ve topluma dair önermeleri, fikirleri deneyimlemeye çalışan sanatçılar, devrimle beraber gelen yıkımın coşkusunu, bu coşku ile beraber gelen türlü çeşit taşkınlığı yaşamışlar devrimden sonraki birkaç yıl. Köhnemiş olanın, eskimiş ve geçerliliğini yitirmiş olanın yıkıntıları üzerinde dans etmişler köylüler, işçiler ve ayaktakımıyla beraber. Küçük adam o zamana değin hiç yapamadığı kadar soylularla, mülk sahipleriyle dalga geçmiş. Aristokrasinin aşağılandığı, soylulara ait değerlerin, aristokrat yaşamın törenselliğinin alabildiğine parodileştirildiği, alay nesnesi yapıldığı opera gösterileri norm olmuş bu sefer. Gluck maalesef devrimi göremeden 1787 yılında vefat etmiş ama, devrim sonrası dönemin müziğini de ciddi oranda etkileyecek müzikal yenilikler yapmış. Etienne Nicholas Mehul ve Jean Francois Lesueur gibi müzisyenler, devrimi yüceltecek, devrimin getirdiği vatanperverlik, özgürlük, adalet vb. kavramları taçlandıracak büyük eserler, marşlar, şarkılar yazmaya girişmişler. Devrim bilindiği üzere bütün Kıta Avrupası’nı derinden etkilemiş, Beethoven, Mozart, Haydn, Weber gibi müzisyenler tarafından da büyük coşkuyla karşılanmış. Ama devrim, aynı zamanda I. Ve II. Dünya savaşlarına gidecek uzun bir alt- üst oluşlar, çöküşler, parçalanmalar, toplumsal kalkışmalar döneminin de kapılarını açmış. Peki ya küçük adam? Maalesef, Ancien Regime’in yıkıntılarının üzerinde bir miktar tepinmesine müsaade edilmiş, taşkınlıklarına tolerans gösterilmiş, akabinde eline verilen sefer görev emri ileaskerlik şubesinin yolunu tutmuş. Uzun bir süre de evine gelememiş. İngiltere, Prusya, İspanya, Portekiz, Avusturya, Galiçya, Rusya, sonrasında Macaristan, Yunanistan, Osmanlı, neredeyse bütün Avrupa coğrafyasında küçük adam, cepheden cepheye çamur pislik ve kokmuş cesetlerin içinde kuru ekmek yiyerek hayatta kalmak için debelenirken, o küçük dünyası, küçücük evi, hayatını kazandığı küçücük işliği, tarlası yerle bir edilmiş.

Hülasa, Fransız Devrimi gökyüzüne ait bütün kavramları yeryüzüne indirmiş ama, yeryüzündeki yeni dünyayı insandan başlatamamış. İnsana ait olan kusurludur, eksiktir, arızîdir. Aydınlanma düşüncesi, yeni dünyayı tam da bu kusurların, eksikliklerin, arızaların üzerine bina etmek yerine tanrısal olanın bıraktığı boşluğu yeryüzüne ait kavramlarla doldurmaya çalışmış, ulus, millet, adalet, sanat, felsefe vs. kavramları gökyüzüne intikal ettirmiştir. Yani yüce olanın adaleti yerine adaletin yüceliği, yüce olanın sanatı yerine sanatın yüceliği vs.

Aslına bakılırsa kuşku uyandıran biricik şey kahramanlıktır. Kendi bedeniyle kahramanlık? Oldu olacak yem olarak oltanın ucuna takılan solucandan da kahramanlık yapmasını talep edin. Ne de olsa o da bizim gibi pembe, soluk ve gevşek.

Bana gelince artık halimden şikayetçi değildim. Hatta kazanmış olduğum askeri madalya, yaralanmam filan sayesinde özgürleşmekteydim bile denilebilir.  Nekahet dönemindeyken getirmişlerdi bana madalyayı hem de hastaneye kadar. Hemen o gün, tiyatroya, madalyamı sivillere göstermeye koştum. Bayağı etkileyici oldu.

(Louis Ferdinand Celine- Gecenin Sonuna Yolculuk)

Savaşlar ve alt-üst oluşlar çağında, küçük adamın kendi küçük dünyasına dönüp orada artık ne bulduysa onunla yaşama gailesi bile bir lüks olmuştur Celine’nin de yazdığı üzere. Ama ilginç bir şekilde, bu destabilizasyonun sürekliliği içinde bir geleceksizliğe, ucunun nereye çıkacağı belli olmayan bir şiddet, yıkım sarmalına girmiş olan Avrupa insanı için aynı zamanda bir kaçış olmuştur. Sürekli eski olan ile çatışma, sürekli bir yıkma- yapma döngüsü içinde bunalan orta sınıflar, entellektüeller, burjuvalar, küçük adam ve onun basit, sıradan dünyasına kaçmışlardır. Napoleon ordularının işgali altındaki Avusturya’da, baskıdan ve sansürden yılmış olan insanlar, Schubert’in Lied’leriyle, bunalan ruhlarını bir nebze de olsa serinletmiş, ferahlamışlardır. Aslında lied, 12. 13. yıllarda doğmuş, geleneksel halk şarkılarını biraz daha sanatsal formda seslendirme biçimi gibi düşünülebilir. Schubert’in bu forma getirdiği yenilik, gelenekselliğin ve pastoralliğin yerine, Heinrich Heine, Goethe, Schiller gibi güncel şairlerin, gündelik yaşamı, sıradan insanı ve sıradan hayatın detaylarını anlatan şiirlerini tema olarak almasıdır. Fukara balıkçılar, tarım işçileri, ayakkabı tamircileri, terziler gibi küçük esnaf, kasaba eşrafı, kasabalı genç kızlar, genç oğlanlar ve onların gündelik rutinleri vs. konular şarkıların temel temalarıdır. Schubert, aslında bu şarkıları sık sık arkadaşları ile yaptıkları yemekli toplantılarda söylemek üzere bestelemiştir, hatta yoğun olarak bu yemeklerde seslendirmiştir ama lied formunun bu çeşidi, döneminde beklenmedik bir ilgi patlaması yaşamış, ileriki dönemlerde Berlioz, Debussy gibi Fransız müzisyenleri, Mussorgsky, Rachmaninoff gibi Rus müzisyenleri etkilemiştir. Genelde piyano eşliğinde bir erkek, bir kadın ya da iki vokal tarafından seslendirilen ve en fazla üç dört dakika süren lied, günümüzde batılı anlamdaki şarkı formunun da atasıdır diyebiliriz. Ne ilginç bir ironidir ki, omuza omuza savaşarak bağımsızlığını, özgürlüğünü birlikte kazandığı burjuva sınıfı küçük adamı kurduğu yeni dünyadan dışlarken, onun sefaletine, dramına sırtını dönerken, düştüğü buhran, nihilizm sarmalından yine küçük adamın basit, mütevazi dünyasına sığınarak kaçmaya çalışmıştır.

İleriki dönemlerde, dadaizm, gerçeküstücülük gibi akımlarda, yine büyük anlatıların, yüce olanın, kusursuz ve benzersiz olanın arayışına bir tepki olarak, basit olana, gündelik olana kaçmışlardır. Özellikle baskıların, sansürün arttığı dönemlerde küçük adam ve onun küçük dünyası bir nevi kaçılacak uzak bir liman olmuştur. Toplumsal, ekonomik hayatta temsil şansı bulamayan, varlığı, özlemleri, talepleri hep göz ardı edilen, bir söğüt gölgesi altında iki saat uyusa tembellik, savaşmaktan bıksa hainlik, iki dilim kuru ete tamah etse arsızlıkla suçlanan küçük adama reva görülen hep açlık, sefalet, yokluk, perişanlık olmuştur.

Bizim tarafa geldiğimizde, küçük adam önce müzik ile değil, edebiyat ile görünür olmuştur sanat düzleminde. 1936’da Orhan Veli, M.C. Anday ve Oktay Rıfat’ın çıkardığı Yaprak dergisi ile varlığını ilan eden Garip akımı, küçük adamı merkezine almıştır. Aslında Garip akımı, o dönemin resmî ideolojisine ve neredeyse tamamen devletin gölgesinde varlığını sürdüren edebiyat faaliyetlerine bir tepki olarak doğmuştur. Sürekli gençlikten, “Genç Türkiye” ideasından bahseden, ama köhnemiş, yozlaşmış, gericileşmiş bir edebiyat söyleminin ötesinde bir şey üretemeyen edebi hegemonyaya karşı bir “anti- edebiyat” söylemi, formu geliştirmiştir. Bezemeye, süslemeye karşı sadeliği, basit ve gündelik bir dili form olarak benimsemiştir. Devlet katında makbul, çalışkan, ödevlerinin ve kimliğinin, milliyetinin bilincinde “vatandaş” ideasının karşısına, yoksul, pejmürde, düzenli bir işi ve hayatı olmayan kıyıda köşede kalmış insanları koymuştur. Ayrıca Orhan Veli’nin Ayakkabısı vurmadığı zamanlarda/ anmazdı Allah’ın adını dizeleriyle dine, M. C. Anday’ın Ada Vapuru adlı şiirinde Müslüman, Yahudi ve Rumu bindirip adaya pikniğe gönderdiği bir vapura astığı “cafcaflı bayraklar” ile milliyetçiliğe karşı da bir söylem geliştirdiğini söyleyebiliriz. Nâzım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları” 1941 yılında yayınlanır. Nâzım usta, hapislikte tanıdığı Anadolu’nun küçük adamının dünyasını merkeze alarak bir Türkiye tarihi yazmıştır. Sait Faik öykücülüğünü ve tiplemelerini de bunların yanına iliştirelim.

Küçük adamın müzikte görünmeye başlaması ise 1960’ların ikinci yarısına rastlar. Bunun sebebi, Türkiye’de popüler müziğin kitleselleşmesinin, endüstriyelleşmesinin bu yıllarla başlamasıdır. Ama bu “küçük adam” şimdiye kadar çerçevesini çizmeye çalıştığım kentli bir alt tabakadan, hayatın büyük bir kısmını emeği ile yaratan ama toplumsal anlamda bir temsiliyet bulamayan kesimler değil, 1960’ların başında kentlerin kıyısında görünmeye başlayan köylü kesimidir. Köyden kente göçün ve gecekondulaşmanında bu dönemde başladığını küçük bir not olarak ekleyelim. Cem Karaca’nın Muhtar, Sahibi Geldi, Yoksulluk Kader Olamaz şarkıları, Selda Bağcan’ın Anayasso, Yaz Gazeteci Yaz, Bulgurunan Tarhana, Edip Akbayram’ın Mehmed Emmi (söz ve müzik Mahzuni’ye aittir); Kerem Güney’in Tapusuz Memet gibi şarkıları örnek gösterilebilir. Bu şarkılarda, köy hayatı ve köy insanı önceki dönemler gibi romantize edilmemiş, bütün sıkıntıları, çelişkileri, talepleri, hayatının gerçekliği ile temsil edilmiştir. Küçük adam belki başında kasketi, ayağında şalvarı ile görünür ama mücadelesiyle, emeğiyle insanca bir yaşam talebi ile görünür. İlginçtir, bu tür şarkıların hemen hepsinde şehir hayatı tekinsiz, dışlayıcı, şehir insanı şımarık, züppe, olarak resmedilmiştir.  Sosyalist solun Türkiye tarihinde ilk defa kurumsallaştığı, geniş kitleler ile bağ kurduğu bu dönemde köylülüğe bu kadar meyletmesi, mücadeleyi şehrin çeperlerindeki gecekondulardan başlatması, halkçılık düşüncesinin, popülizmin, Türkiye Cumhuriyeti politik yaşamına Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu gibi Rusya’daki Narodnik(**) hareketinden etkilenmiş aydınlar tarafından getirilmesinin bir yansıması olarak düşünülebilir. Bu konuyu başka yazılarda detaylandıracağız.

Biraz daha ileriki dönemlerde, kent yoksulları, emekçiler de şarkılarda görünmeye başlar. Küçük adam, politik çalkantıların hiç dinmediği 1960’tan 1980 darbesine kadar olan dönemde hep bir mücadele öznesidir. Cem Karaca’nın bol bol vay  babo, oy kurban naraları attığı şarkıların yerini tamirci çırakları, Kahya Yahya’lar almaya başlamıştır. Timur Selçuk’un Nereye Payidar, Halit Rezaki’nin Şarkısı, Pireli Şarkı gibi şarkıları, Ünol Büyükgönenç’in Arabacı Salih, Yeni Türkü’nün Bekçi Kazım gibi şarkıları, küçük adamın bir kent yoksulu olarak temsili anlamında örnek verilebilir.

Günümüz Türkiye’sinde, sermayenin, büyük burjuvazinin sürekli emeğe, kazanılmış haklara olan saldırıları, İslamcı hegemonyanın emek düşmanı politikaları sonucunda “küçük adam” tanımı epeyi genişledi. Ucuzundan döşenmiş iki odalı bir küçük ev, çıtır çıtır yanan bir soba, bir tas çorba, yalnızca beden emeği ile geçinen düşük eğitimli kent yoksullarının değil, üniversiteden yeni mezun genç insanların, yıllardır atanamayan öğretmenlerin, doktorların, avukatların, iş bulamayan mühendislerin de özlemi artık. Hatta bu pandemi sürecinden sonra bunlara müzisyenler, tiyatrocular, yönetmenler, rejisörler, senaristler vs. hayatını sanat ile kazanan insanlar da katıldı. Hepimiz birer küçük adamız. Başladığımız yere dönersek, Fransız Devrimi’nden beri, endüstri devriminden beri, modern toplumlarda büyük yığınlar insanca yaşamak için, insanca üretmek, bölüşmek için kavga ediyor. Kendini bu kavgadan azade görenler, tıpkı Paris’in banliyölerinde fare avlamak zorunda kalan kontlar, düşesler gibi hep yanıldı, yine yanılacak. Kimsenin yatağa aç girmediği, insanların çalışma hayatında ezilmediği, kadınların, çocukların, hayvanların eziyet görmediği bir dünyaya özlem duyuyorsak eğer, bu dünyayı küçük adam ve onun küçük dünyasından başlatmamız gerekiyor. Küçük adamın arızalarından, eksikliklerinden, kusurlarından yani insani olandan. İnsanca bir yaşam, insani olanın temsil bulmasıyla mümkün olabilir ancak.

NOTLAR:

(*)Narodnik Rusça halk anlamına gelen Narod kelimesinden türetilmiştir. Rusya’da 19. Yüzyılda devrimci hareketler içinde görülen bir eğilimdir. Narodnikler, Rusya’da kapitalizmin gelişme olanağının olmadığına inanıyor, bu yüzden devrimci güç olarak işçileri değil köylüleri görüyorlardı. Rusya’nın köylüler eliyle sosyalizme geçmesinin propagandasını yaptılar.

(**) Larry Shiner- Sanatın İcadı Bir Kültür Tarihi- Ayrıntı Yayınları Sf. 231

Yazı boyunca “Küçük Adam” değinisini kullanmam cinsiyetçi bir yaklaşım olarak görülmesin. Yazının başlığıyla ve başlangıçta yaptığım alıntıyla bağlantının kopmaması adına “Küçük Adam” değinisini kullandım. Okuyucu onu “Küçük İnsan” diye okusun.

Opera tarihi ve Fransa’da opera konusundaki meta- bilgiler için Ahmet Say’ın “Müzik Tarihi” kitabından yararlandım.

DAHA FAZLA