Sermayeye yönelik yüksek vergilendirmelerin pek çok ülkede anti-kapitalist toplumsal mücadele gündemleri arasında yer aldığı çağımızda vergi sorunu Marksistler tarafından daha fazla dikkate alınmayı gerektiriyor. Bunun görünüşteki ilk sebebi, geçtiğimiz çeyrek yüzyıldan kısa bir süre içerisinde sayısı milyonları çoktan aşan belgenin astronomik boyuta ulaşan bu sorunu gün yüzüne çıkarması. İkincisi ve daha önemlisi, (her şeye rağmen) kapitalizmin görüngülerinin daha fazla insan tarafından sorgulanmasının önünü açmasıdır. Oysa vergi cennetleri akabinde de vergi-kaçakçılığı denildiğinde yeni olan tek şey bu görüngülerdir. Sorunun iktisadi ve siyasal kökenleriyse 1920’li yıllara dayanmaktadır:
Birinci Dünya Savaşı sonrasında patlama noktasına gelen kamu borçlanması, enflasyon, işsizlik ve ABD’de tarım ürünlerinde yaşanan büyük değer kaybı gibi sorunlar, yükselen sınıf hareketleriyle birlikte düşünüldüğünde hükümetleri sermaye iktidarının ayağının altından kayacak bir halıya dönüştürdü. Böylelikle de, devletler marjinal gelir vergilerini %50, 1924’e gelindiğinde %72 arttırarak iktidarlarını halk karşısında korumaya çalıştılar(1). Klasik laissez faire ideolojisine uymayan bu müdahalelerin ilk sonucu, ürettiği değer oranı ve mekânsal çerçevesi aynı kalsa da sermayedarların devlete kâr oranlarına yönelik uydurma veriler sunmasıdır.
VERGİ CENNETLERİ
1990’lara kadar vergi kaçakçıları açısından en güvenli yer İsviçre’dir. 1907’de “sistemin bütününü garanti altına almak ve istikrarını sağlamak”(2) amacıyla kurulduğu belirtilen İsviçre Ulusal Bankası’nı özel kılan tahvil sahipleri konusundaki gizlilik prensibidir. İsviçre bankasına tahvillerini yatıran müşterinin temel amacının “vergi kaçırmak” olduğunu belirten Zucman şöyle diyor: “Amerika’da yaşayıp vergi ödeyen kişi, vergisini gelirine ve varlığına göre (tahvillerinin nereye yatırıldığına bakılmaksızın) ödemek zorundadır. Ama İsviçre bankaları ABD ile bağlantıya geçmediği sürece isterse ABD’nin vergilendirme otoritelerini kandırıp hiç vergi ödemeyebilir”.(3)
Bu oyun 1970’li yıllara kadar sorunsuz devam etmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında “kazanan” taraf olan Müttefik Devletler’in baskılarına ve işbirlikçilik suçlamalarına “göğüs geren” İsviçre Ulusal Bankası’nda (1974’de); ABD üçte bir, İngiltere %15, Kanada %15, Fransa %7 ve Almanya %3 oranındaki sermayesini saklamış bulunuyordu(4).
Doların azalan altın rezervi karşısında değerinin düşmesi, Bretton Woods’un çöküşü ve ardından gelen Petrol Krizi’nin yarattığı çalkalanma 1980’lere gelindiğinde (Hong Kong, Singapur, Jersey, Lüksemburg, Bahama adaları) yeni vergi cennetlerini ortaya çıkardı.
Panama belgeleri işte bu ülkelerin pek de “güvenli limanlar” olmadığını Ford Vakfı, Rockefeller Aile Fonu ve Açık Toplum Vakfı destekli Uluslararası Araştırma Gazetecileri Birliği’nin (ICIJ) çalışmalarıyla göstermiş oldu!
Mossack Fonseca’da toplanan belgelerin tarihi de yukarıda değinmiş olduğumuz kriz yıllarına dayanıyor. Bilindiği üzere 1970’ler sosyal devletin ortadan kaldırılmaya başlandığı, vergi yükünün sermayenin sırtından alınarak, halka fatura edilmeye çalışıldığı “dönüşüm” yıllarıdır. Başta iktidarını korumak için sermayeyi vergilendiren ve siyasal ayağını güçlendiren sistem, şimdi kendi yükünü hafifletmek için siyasi temsilcilerini hedef tahtasına oturtmuştur.
Özetle, hükümetlerin emekçiler karşısında istikrarsızlaşmasına rağmen sermayenin iktidarını sürdürebilmesi, siyasal elitlerin “istikrar” talebini tüm sınıflara yayabilmesi aracılığıyla mümkün kılınmıştır. Banka kredileri aracılığıyla sağlanan bu sahte istikrarın gerçekleşme süreci Gramsci’nin söylediklerini doğruluyor; yöneten sınıf, krizi çözemeyebilir ama (onu değiştirecek) onu çözecek başka güçlerin iktidara gelmesini engelleyebilir. Bu ise onun krizi yalnızca uzatabileceği anlamına gelmektedir(5). Dikkat çekici olan, durmaksızın artan dolaylı vergileri “bir şekilde” ödemeye çalışan emekçi sınıfların da krizi uzatabilme yeteneğidir! Hükümetler ancak böyle bir rıza ile rol değişikliğine gidebilmiş, sermayenin halk karşısında denetlenmesi değil, “istikrarın sağlanması” esas alınmıştır.
BİRBİRLERİNE ZIT SEMPTOMLAR
Sızdırmaların uluslararası sermaye ilişkilerinde yeni bir tür kapitalist politikaya yol açıp açmayacağı belirsizdir. Meselenin bu yönü ne kadar belirsizse, tekil kapitalistler tarafından ayrı şekillerde algılandığı ve farklı tepkilere yol açtığı da o derece kesindir. Belgelerin yayımlanmasının ertesi günü OECD Genel Sekreteri José Ángel Gurría’nın Panama’yı vergi kaçakçılarının “son kalesi” olarak adlandırması ve ekonomiyi geliştirmek için birlikte çalışma çağrısı yapması da, Almanya Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Bakanı Gerd Müller’in zengin ve yoksul arasındaki uçurumu dengeleyebilecek “yeni bir vergilendirme” önerisi(6) de böyle okunabilir.
Ama siyasette politik farklılıklar ya da zıtlıkların, her zaman sınıfsal çıkar farklılıklarına işaret etmeyeceği de bilinmelidir. Belgelerin sızdırılmasından sonra birçok sermaye destekçisi tarafından yeniden keşfedilen “kara para” kavramı neo-liberalizmin ikiyüzlülüğünü örtmek dışında bir işe yaramaz: (çünkü) gerçek bir karşıtı olduğu –“ak-para”- varsayımına dayandırılan “kara-para” hem sermayeden soyutlanarak tekilleştirilmekte hem de bizzat artı-değer sömürüsü üzerinden doğan kendi varoluş sürecinin gizlenmesine yardımcı olmaktadır.
Öyleyse şu çıkarımlarda bulunup yazımızı sonlandırabiliriz(7):
1-Özellikle ülkelerin dış ticari ilişkilerinin “kirlenmişliği”ne yapılan vurgu, sermayenin ülke içinde tutulmasına yönelik bir örtük uyarı içermektedir. Reel toplumsal üretimin kat be kat üstünde seyreden sermaye akışı, şu anki krizin sonuçlarının azaltılması açısından ulusal yatırıma ve dengeli bir vergilendirmeye yönelmeye mecburdur. Böyle bir mecburiyet ilişkisinin (kısa ve orta vadede) ilk akla gelen sonuçları aşağıdaki gibidir.
(a) şimdiye kadar denendiği ve sonuç alınması mümkün olmayan uzun vadeli -belki bu kez devlet aracılığıyla- kredilendirmelere yönelmesi;
(b) istihdam oranı mevcut teknolojik gelişme karşısında azalmakta olduğundan, yeni “sahte” sektörlerin oluşturulması aracılığıyla emekçilerin “vergi ödeyebilecek” duruma getirilmesi.
(c) devletlerin hem emekçilere hem de sermayeye yönelik vergi afları çıkararak daha fazla dış borçlanmaya gitmesi...
2-Söz konusu olan sızdırmaların sistemi değiştirmesi değil, mevcut krizi derinleştirmesidir. Kapitalizmin “eskisi gibi” devam edemeyeceğine dair yapılan vurgular zaten birkaç yıldır bizzat kapitalistler tarafından dillendiriliyor. Post-kapitalist ve Çinli tonlar yansıtmaktan öteye gidemeyecek olan böylesi vurguların yalnız köşeye sıkışmışlıktan kaynaklanmadığı, emekçi halkların krizden çıkış arayışlarının yarattığı uluslararası korkuya dayandığı bellidir.
Öyleyse artı-değer sömürüsünü içermeyen bir sistem savunusu ancak geleceği şimdi içinde yaratmaya girişerek emekçileri örgütleme yeteneği gösterebilen Marksistlerin çabasıyla güçlenebilir. Yazıda söz konusu edilen “leak”lerinse en fazla radikalleşebileceği nokta oligarşinin kapitalizme hizmet etmediğinin ve neoliberal “demokrasi” çağrısının yinelenmesidir.
3-Belgelerin büyük çoğunluğunun yayımlanmamış olması, kaynakların tümüne erişmesi mümkün olan elitlerin, adı henüz ortaya çıkmamış kişileri “köşeye sıkıştıracak” müdahalelerde bulunmasını kolaylaştırabilir. Burada ajitatif açıdan önemli olan Rıza Zarrab olayında olduğu gibi kimin kimi tutukladığı, mal varlığına el koyduğu tartışmasından ziyade, el konulan, dondurulan vs. zenginliklerin kime teslim edildiğidir.
4-Panama Belgeleri, şimdiki haliyle İzlanda ve birkaç ülke haricinde emekçi öznelerin değil, egemen sınıfların ve ülkelerin politikleşmesinin önünü açmış görünüyor. Buradaki temel belirleyicilerden biri Alman Başbakanı Angela Merkel tarafından da ileri sürülen “şeffaflaşma” talebinin düzenden ayrıştırılması ve (bir alt çıkarımdaki vergi talebi vb. gibi) başka başlıklarla birlikte güçlü bir dayanağa kavuşturulmasıdır.
5-Kişinin siyasallaşma süreci, sistemin iktisadi ve siyasal çelişkilerinden beslenir. Ancak insanların bu çelişkilerden ne ölçüde etkilendikleri, ekonomi-politik olduğu kadar pedagojik de bir sorundur. Edward Snowden, Julian Assange vb. kişiler üzerinden yaratılan mit: sermayeyi casusluk örgütlerinin hareketlerine ve sistemin karanlık yönlerine çekerek bilginin tekelleştiğini öğütlüyor. Halkların tepişen fillerin arasında ancak ezilen “çimen”ler olabileceğini empoze ediyor. Panama Belgeleri’nin kurgusal bir “John Doe” ismiyle doğrudan bir gazeteye sunulmuş olması, benzer hacimlerdeki belgeler için yeni bir durum(8)
“Bizim” denilebilecek bir taraftaysa tam tersi bir eğilim, bilginin şeffaflaştırılmasına, paylaşılmasına ve her bireyce erişilip-indirilmesine yönelik bilişimsel mücadele (Anonymus veya Redhack’ten tutun, çeşitli ülkelerde seçim başarıları kazanan “Korsanlar”a kadar) pratikleşmekte ve daha fazla toplumsal karşılık bulmaktadır. İki alanın ayrı kanallardan gelişmekte olması, tek başına sınıfsal konumlanmalara indirgenemez elbette.
Emekçiler açısından belirleyici olan sistemin buna benzer krizsel imgelerinin, anti-kapitalist bir yönde pratikleşmeye açık olup olmadıklarıdır. Söz konusu belgelerde başlık Chavezci anlamıyla “sermayeye yönelik yüksek vergilendirme” talebidir.
---
1) Zucman, G. (2015): Ulusların Gizli Zenginliği, Vergi Cennetleri Musibeti. The University of Chicago Press. Chicago-Londra. s. 9.