Prof. Dr. Doğan Göçmen: Özgürlüğün tesisi barışı getirecektir
'Laiklik sadece ahlakı ilgilendiren bir sorun olmaktan çıkar. Zira konu, evrenin, dünyanın ve yaşamın; kısacası evrenin ve evrende olan her şeyin kökenini, yapısını, mevcut durumunu, işleyişini ve geleceğini ilgilendiriyor. Bütün bu alanlarda mümkün en kapsamlı özgürlüğü gerçekleştirebilmenin en önemli ön koşulu siyasetin koşulsuz ve radikal bir şekilde dünyevileşmesidir.'
Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) öğretim görevlisi Prof. Dr. Doğan Göçmen ile laiklik ve aydınlanmacılık olgularını tarihsel ve güncel bağlamları üzerinden konuştuk.
Türkiye'nin yakın tarihi ele alındığında laiklik ile laiklik karşıtı eğilimin sürekli bir çatışma halinde olduğunu görüyoruz. Özellikle son dönemde laiklik ve Aydınlanmacılık kavramlarının iktidar kaynaklı yoğun bir saldırıyla karşı karşıya olduğu söylenebilir. Bu saldırıda, söz konusu kavramların Türkiye toplumuna dışsal veya yabancı olduğu tezi de sıkça kullanılıyor. Bu tezle ilgili görüşünüz nedir? Özellikle Aydınlanmacılığın topraklarımıza ve kültürümüze yabancı olduğu iddia edilebilir mi?
İsterseniz önce sorunun kaynağına inelim. Sonra laiklik ilkesinin toplumumuza ve kültürümüze yabancı olup olmadığını tartışalım.
Konuya en az iki farklı tarihsel dönemde ve bağlamda bakmakta yarar vardır. Laiklik taraftarları ile laiklik karşıtı olanlar arasında olan çatışma içerik ve biçim bakımından sürekli değişmiştir. Örneğin bu çatışma cumhuriyetin kuruluş yıllarında farklı bir anlama geliyordu, bugün başka bir anlama gelmektedir. Laiklik, Osmanlı'nın yıkıntısından kurtulup cumhuriyeti kurmak için olmazsa olmaz bir koşuldur. Zira cumhuriyet, herşeyden önce siyasetin yönünün, siyaset kurumlarının varlığının ve bu kurumları yürütenlerin ve yönetenlerin yetkilerinin meşruiyetinin, yetkilerini doğa üstü güçlerden aldıklarını iddia eden bazı imtiyazlıların rızasına değil, tüm yurttaşların, hatta tüm halkın onayına dayandırılması demektir. Diğer bir deyişle cumhuriyet, siyasetin dünyevileştirilmesi demektir. Siyasetin dünyevileştirilmesi ise, ancak din ve siyasetin birbirinden ayrılmasıyla mümkündür. Zira din, siyaseti ilahileştirir.
Aslında dinin doğrudan ahlak ve siyasetle sistematik bir ilişkisi bulunmamaktadır. Din inancı ilgilendirir. İnanç ise her şeyden önce kişiyi ilgilendirir. Fakat siyaset kişiyi olduğu kadar kamuoyunu da ilgilendirir, hatta siyasetin kişiyi ilgilendiren boyutu bile kamusaldır diyebiliriz. Bu bakımdan siyasi uygulaması herkesi kapsadığı için zorunlu olarak kamusaldır. Fakat birtakım ritüellere dönüştürülmesi durumunda bile, inanç tam anlamıyla kamusaldır, diyemeyiz. Zira ritüellerin yaşanması ve yaşatılması, kimsenin özgürlüğünü sınırlamadığı ve kamusal düzene zarar vermediği sürece öncelikli olarak sadece söz konusu ritüellere inananları ilgilendirmektedir. Yani sadece bazı yurttaşların meselesidir, herkesin değil. Siyaset ise herkesi ilgilendirmektedir. Bu nedenle siyaset zorunlu olarak kamusal olmak zorundadır.
Bu durumda siyaset inanca dayandırılırsa, inanç grubunun istekleri, arzuları amaçları ve çıkarları tüm topluma dayatılmış olur. Yani böyle bir siyaset, taşıyıcı inanç grubu ne kadar büyük olursa olsun ta baştan bir meşruiyet sorunu ile karşı karşıyadır. Bu duruma yanıt olarak herkesi kapsadığı iddia edilen ve siyasetin meşruiyet kaynağı olarak gösterilen bir Tanrı tasarımına başvurulur. Fakat bu yönelim siyasetin meşruluk sorununa kalıcı bir çözüm olamaz. Sorunu şiddet ile çözme girişimi, yüzyıllar boyu bile sürse sorunu sadece erteler, ama çözemez.
Siyasetin dünyevileştirilmesi, siyasetin burada söz konusu olan meşruluk sorununa kalıcı bir çözüm arayışının ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Laiklik, yani siyasetin (sadece devletin değil, tüm siyasetin) ve dinin birbirinden ayrılması, siyasetin dünyevileştirilmesi için başvurulan bir yöntemdir. Bu ancak varlığını dünyevi bakış açısına sahip olan sınıf ve tabakalar tarafından gerçekleştirilebilir. Kabaca söyleyecek olursak; bu sınıf ve tabakaların taşıyıcısı olarak cumhuriyetin kurucu güçleri doğal olarak laikliği uygulamaya ve siyaseti dünyevileştirmeye yönelmişlerdir. Bunun karşısında olanlar, din adı altında cumhuriyetin kurucularına karşı devletin kendilerine sağladığı statüyü ve buna bağlı olan imtiyazları savunmaktan başka birşey yapmamışlardır. Yakın tarihimizde laiklik taraftarı olanlar ile laiklik karşıtı olanlar arasında yaşanan tartışmanın ilk biçimi budur.
Laiklik-antilaiklik çatışmasının ikinci biçimi 1948'de yapılan Türkiye İktisat Kongresi'nden sonra giderek daha açık hale gelmiştir. Türkiye İktisat Kongresi'nin hakim kesimlerin çıkarlarına göre cumhuriyetin siyasi yapısını sorgulayan birtakım değişiklik önerileri vardır. Bu önerileri yapanlar, İzmir İktisat Kongresi'yle başlatılan ekonomik politikaların sonucu ortaya çıkan çıkar gruplarıdır. Bu grupların ortak yanı, cumhuriyetin kuruluşunda oluşan siyasi yapının ve kurulan ideolojik paradigmanın kendilerine dar gelmesidir. Bu grupların artık eskisi gibi siyasette meşruluk ve laiklik gibi bir kaygısı kalmamıştır. Bunlara eski antilaiklik savunucuları içinde de palazlanan sermaye sahibi gruplarını da eklemek gerekir. O günden beri laikliğin çıkarları bakımından savunucuları işçiler ve emekçilerdir, yoksul köylülerdir. Antilaiklik savunucuları da kökenleri ne olursa olsun toplumun hakim kesimi olmuştur. O günden beri yaşananlar, bu yeni tabakalaşmanın şekil alması sonucu ortaya çıkmıştır. Bugün bunun artık son sahnelerini yaşıyoruz.
Bu anlattıklarımdan da anlaşılacağı gibi, laiklik ta Osmanlı'da başlayan ve sonunda zorunlu olarak modern Türkiye'nin kuruluşuna varan gelişmelerin sonunda bir iç gereksinim olarak oluşmuştur. Bu bakımdan laiklik Türkiye toplumuna yabancı değildir. Laiklik-antilaiklik çatışması da. Modern toplumunu kuran tüm ülkelerde ve kültürlerde bu çatışma olmuştur ve bugüne kadar da farklı biçimlerde sürmektedir. Bu, Türkiye'de de yaşanmıştır ve yaşanmaktadır.
Şimdi, sorun, laikliğin düşünsel kaynaklarının Türkiye toplumunun kelimenin en geniş anlamında sahiplendiği mirasa dahil olup olmadığıdır. Laikliğe de temel oluşturan modern dünyevileşme hareketinin düşünsel dayanakları çok eskilere dayanır ve oldukça karmaşıktır. Buna kökleri ta Efesli Herakleitos'a, belki de Miletli Thales'e varan ve Stoacılıktan beslenen ve Alexis de Tocqueville'in kökünü kazımak istediği modern panteizmi de ekleyebiliriz, Deizmi de, buna kökleri aynı şekilde Antik Yunan'a giden şüpheciliği de ekleyebiliriz, Cemil Meriç'in dinin panzehiri olarak tanımladığı maddeciliği veya materyalizmi de dahil edebiliriz. Bu akımların hepsinin kökeni Anadolu topraklarındadır ve kökleri çok derindir. Bu bakımdan laik düşünme tarzı, Türkiye toplumuna dışarıdan empoze edilmesi şöyle dursun tam da Anadolu'nun bağrından çıkmıştır, denebilir. Fakat bu kaynaklar sıkça bugün daha çok İslam kültürü etkisinde olan Türkiye toplumuna tarihsel indirgemeci bakıştan dolayı yabancı olarak algılanıyor ve tanımlanıyor. Fakat Karl Marx'a karşı, toplumu “ekonomiden hareketle açıklama” çabası söz konusu olduğunda, o da kim, ondan yüzyıllarca önce İbni Haldun yapmıştır, diye övünüp böbürlenenler, laikliğe karşı argüman geliştirme ve duruş sergileme söz konusu olduğunda İbni Haldun'un aynı zamanda İslam geleneği içinde dünyevi düşünme ve dolayısıyla laik siyaset tarzını temellendirdiğini unuturlar. İslam felsefesi dendiği zaman ilk akla gelen, gururla hatırlanan ve övgüyle bahsedilen İbni Sinaların, İbni Rüşdlerin İslami düşünce tarihi içinde aynı zamanda dünyevi düşünme tarzını felsefi olarak temellendirdiğini unuturlar. Kaldı ki ilk olarak Amerika'da ve Avrupa'da oluşan modern sekülerizm ve laiklik tüm bunların yanı sıra eski çağ Çin felsefesinin de katkılarıyla bütün bir insanlığın düşünsel mirasının sentezi olarak ortaya çıkmıştır. Anadolu'da ortaya çıkmış olan dünyevi düşünce geleneğine tabi bir de aşıkların veya halk ozanlarının oluşturduğu güçlü geleneği eklemek gerekir. Son olarak; bizi biraz gerilere götürecek ve konunun da daha temelden kavranmasını sağlayacak Şeyh Bedrettin ve onun Varidat adlı eserine işaret etmek gerekir. Varidat, Anadolu'da ortaya çıkmış dünyevi düşünme tarzının bir nevi felsefi manifestosu gibidir. Bütün bunları dikkate alarak düşündüğümüzde, dünyevi düşünme tarzının ve laik siyaset biçiminin Anadolu'ya ve modern Türkiye toplumuna yabancı olması şöyle dursun, insanlığa bu konuda kaynak sunan en önemli miraslardan birisinin topraklarımızda oluştuğunu ileri sürebiliriz.
Devletin, toplumsal alanın ve bu iki alan arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinde laiklik kavramı karşımıza çıkıyor. Yine iktidar kaynaklı güçlerin, 'dini devlet' hedefiyle uyumlulaştırılmış, dünyevileşmeyi dışarıda bırakan bir laiklik empoze etmeye çalıştığını görüyoruz. İçi bu şekilde boşaltılmış bir laikliğin Türkiye bağlamında yaratacağı veya yarattığı tehlikeler nelerdir?
Laiklik her şeyden önce bir özgürlük sorunudur. Toplumda var olan farklı inançlara mensup insanların inanç özgürlüğü bu kapsama girer. İnanmayanların inanç özgürlüğü de bu konu çerçevesinde ele alınır. Bu açıdan bakınca laiklik sadece ahlakı ilgilendiren bir sorun olmaktan çıkar. Zira konu, evrenin, dünyanın ve yaşamın; kısacası evrenin ve evrende olan her şeyin kökenini, yapısını, mevcut durumunu, işleyişini ve geleceğini ilgilendiriyor. Bu durumda laiklik, düşünce, vicdan ve inanç özgürlüğü sorunu olarak karşımıza çıkar. Bütün bu alanlarda mümkün en kapsamlı özgürlüğü gerçekleştirebilmenin en önemli ön koşulu siyasetin koşulsuz ve radikal bir şekilde dünyevileşmesidir.
Tersi bir rota izlenecek olursa, yani var olan farklı inanç sistemlerinden birisi devletin dini olarak belirlenecek olursa, bu, devletin dini olarak seçilen inanç sistemi de dahil olmak üzere tüm inanç sistemlerinin ve dünya görüşlerinin özgürlüğünün kaybı anlamına gelecektir. Zira hakim olan inanç sistemi, devletin dini olduğu andan itibaren diğerleri üzerinde hakimiyet kurar. Bu nedenle bundan böyle bu inanç sistemine inananların çoğu gerçekten inandıkları için inanç sisteminin gereğini yerine getirmezler, tersine, hakim olanın imtiyazlarından yararlanmak için inancın gereklerini yerine getirirken inanıyormuş gibi yaparlar. Bu hakim inancın basit bir ideolojiye dönüşmesinin ve dolayısıyla inananın özgürlüğünü kaybetmesinin başlangıcı olacaktır. Diğer inanç sistemleri ve dünya görüşleri de hakim inanç sistemi karşısında eşitliklerini kaybettikleri için özgürlüklerini kaybederler. Ortaya tam bir eşit olmama durumu çıkar. Kısacası; devletin bir inanç sistemini kendisine devlet dini olarak seçmesi, inanç özgürlüğünün tamamıyla kaybolması anlamına gelir ki, bugün ülkemizde bu bağlamda yaşadığımız birçok sorunun kaynağı bu yönde son 45 yıldır gözlenen ısrarlı eğilimdir ve gidiştir.
Somut konuşacak olursak; ülkemizde olduğu gibi dünyanın hiçbir yerinde inanç bakımından homojen bir toplum bulunmamaktadır. Bu çokluğun, hoşgörü ortamında mümkün olduğu kadar barış içinde kardeşçe bir arada, yan yana, iç içe hep beraber yaşamasının ön koşulu imtiyazlı inanç sisteminin veya sistemlerinin olmamasıdır. Tersi söz konusu olursa, toplumda “din savaşları” başlar. Bugün ülkemizde tam da tersi söz konusu olduğu için bu konuda birçok korkutucu sahneler yaşandığı gözlenmektedir.
Fakat Amerika'nın yeniden keşfedilmesi gerekmiyor. Avrupa ve Batılı başka birçok toplum bu süreçlerden geçti ve kurtuluşu, devletin elini eteğini din işlerinden çekmesinde buldu. Batılı ve laikliği, uzun ve büyük kanlı din savaşlarından sonra tercih etmiş olan Afrikalı, Amerikalı ve Asyalı toplumların bu konuda sorunsuz olduklarını söyleyemeyiz. Ama girdikleri yol yanlış değildir. Laikliğin karşı karşıya bulunduğu sorunlar, ekonomik sistemin çelişkili yapısından kaynaklanmaktadır ki bu, laikliğin tarihsel sınırlarına işaret eder. Bu konuda rotayı ülkemizde de bu yöne çevirmek çoktan beri bir zorunluluk haline gelmiştir.
Özgürlük, eşitlik, barış gibi ideallerin toplumsal hayatımızda yeniden üretilmesi bakımından laikliğin önemini nasıl görüyorsunuz? Laik hareketin kendini nasıl inşa etmesi gerekiyor?
Laiklik her derde deva bir formül değildir. Fakat doğru yönde bir adımdır. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, devletin farklı inanç sistemleri karşısında aynı mesafede durması, yani din ve inanç meselelerinde nötr, eş deyişle tüm inanç grupları karşısında aynı davranacağı anlamına gelmektedir. Bu, farklı inanç sistemleri ve dünya görüşleri arasında bir hoşgörü ortamının oluşmasının önkoşuludur. Düşünce ve eleştiri özgürlüğü ancak bu yoldan sağlanabilir. Bu ise toplumsal kalıcı barışın sağlanmasının koşulları üzerine geniş toplumsal tartışmaların önünü açabilir. Şu an bu yönde atılabilecek her adım engellenmektedir ne yazık ki.
Sorunuzun ikinci kısmı, laikliğin tarihsel sınırlarıyla ve özgürlük hareketinin yapması gereken yeni hamlelerle ilgilidir. Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıyla başlar. Fakat devletten ayrılan din nereye gider? Tüm inanç sistemlerinin olduğu yere, özel alana. Özel alan sadece kişiden ve aileden oluşmaz. Esnek bir kavram kullanacak olursak; aslında klasik anlamda sivil toplum denilen tüm alan farklı şekillerde özel mülkiyet ilişkilerinden kaynaklanan çıkar kavgalarının olduğu alandır. Bu durumda özel alana gönderilen inanç sistemleri ve dünya görüşleri zorunlu olarak bu kavgaların parçası olmak durumundadır. İnançlar ve dünya görüşleri ve sonunda düşüncenin kendisi bu kavgalarda basit birer araca dönüşmek durumunda kalacaklardır. Laikliğin karşı karşıya bulunduğu tüm sorunlar en başta bundan kaynaklanmaktadır.
Laikliğin tam anlamıyla inanç, düşünce ve vicdan özgürlüğüne dönüşebilmesi için, inancın ve düşüncenin kaçınılmaz olarak araçsallaştırıldığı mülkiyet ilişkilerinin buna meydan vermeyecek şekilde yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Mülkiyet kavgalarının olmasının temel nedeni, seninki ile benimki arasındaki ayırımdır. Yani toplumsal olarak üretilen mülkiyetin özelleştirilmesi ve sonunda bazı ellerde tekelleşmiş olmasıdır. Thomas Morus'un Ütopya adlı eserinde ilk defa dile getirdiği ve Karl Marx'ın Das Kapital'de kanıtladığı gibi özel mülkiyeti mutlak bir ilke olarak kutsayan toplumlar düşünce, inanç ve vicdan özgürlüğünü en fazla biçimsel olarak gerçekleştirebilirler, hiçbir şekilde ve hiçbir zaman gerçek anlamda değil. Liberalizmin büyük kurucu filozoflarından olan Adam Smith, mülkiyet sorununa toplumsal sorunların 'ana kaynağı' olarak işaret eder -ki bu aslında bu insanlığın çok eskilerden beri ulaşmış olduğu bir bilgeliktir. O halde, sorunun çözümü 'seninki' ile 'benimki' arasındaki ayırımın ortadan kaldırılması için gerekli koşulların oluşturulması ve doğru yöntemlerin bulunmasında yatıyor diyebiliriz. Laiklik hareketinin kendisini bundan böyle bu çerçevede konumlandırması gerekiyor kanımca. Özel mülkiyet kurumuna dayanarak laik toplumsal yaşam koşulları oluşturma çabalarının dönemi kapanmıştır.
Güncel olarak, Türkiye'de özellikle eğitim alanındaki yıkım ve başkanlık rejimi tartışmalarının laiklik ve Aydınlanmacılığın geleceği açısından yarattığı tehdide ilişkin ne söylersiniz?
Türkiye'de eğitim sistemi giderek daha çok dini bir içerik kazanmaktadır. Sünni bir bakış, eğitimin mümkün tüm alanlarına sinmektedir. Buna paralel olarak, fizik, kimya ve biyoloji gibi temel doğa bilimlerinin içeriği boşaltılmakta ve teşvik edilmemektedir. Bu, toplumda var olan batıl inanç eğilimini güçlendirecektir. Zira doğaya bilimsel ve akla dayalı bakış ancak doğaya dair mümkün en geniş bilgiyle olanaklıdır. Doğanın işleyişinden haberdar olmayan insanlar doğal olarak doğaya ilişkin mitosçu düşüneceklerdir, doğaya ilişkin akıl ve bilim dışı bir bakışa sahip olacaklardır.
Aynı şekilde iktisat alanında gözlenen ve piyasa ilişkilerini kutsayan, bunları bir nevi kaçınılmaz bir doğa yasası olarak gösteren gelişmeler söz konusudur. Karl Marx'ın modern toplumların fizyolojisi olarak tanımladığı üretim ilişkilerinin şekillenişini bilmeyen bir toplumun üyeleri en basit toplumsal ilişkilere dahi mitçi akıl dışı bir bakışa sahip olacaklardır.
Aynı şekilde felsefe ve sosyoloji alanında da büyük yıkımlar yaşanmaktadır. Bu kendisini sosyolojide birbirinin zıddıymış gibi görünen aslında birbirinin tamamlayıcısı olan iki eğilimin yaygın bir şekilde işlenmesiyle gerçekleştirilmektedir. Bu kendisini uluslararası çapta çok uzun zamandan beri insanın, toplumun ve bireyin bir özne olmadığı, hayatının yaratıcısının kendisi olmadığı, işleyişin ve ilerleyişin sadece yapısal olduğu düşüncesinin işlenmesi olarak göstermektedir. Sanki insanın, bireyin ve toplumun işleyişe ve ilerleyişe müdahale etmesi hiçbir şekilde mümkün değildir. Hemen hemen tüm toplumsal ilişkiler elbette aynı zamanda yapısal ilişkilerdir. Fakat insan yapının en belirleyici olduğu durumlarda bile hep aynı zamanda öznedir, ilişkilerin işleyişine ve ilerleyişine müdahale edebilir ve gidişin yönünü değiştirebilir. İnsan hiçbir zaman için biçare değildir. Fakat bunun için hem bir özne duruşuna sahip olması hem de yapısal ilişkilere özne olarak müdahale edebilmesi için yapılar ve işleyişleri hakkında bilgiye sahip olması gerekir. Fakat çok uzun zamandan beri yadsınan tam da budur. Doğal olarak insan kendisini biçare hissettiği durumlarda kaderinin öznesi olarak doğa üstü güçlere sığınacaktır. Sosyolojide 20. yüzyılın başlarında Max Weber'in, Talcott Parsons'un, sosyolojide, antropolojide birçok başka kültür biliminde Claud Levi Strauss'un ve sosyolojide, öncelikli olarak siyaset bilimi ve tarih felsefesinde Niklas Luhmann'ın öğretileri farklı şekillerde böyle bir yönelimi, 'öznenin yok oluşunu' temellendirmişlerdir.
Sosyolojide örneğin Foucault'dan etkilenen öznelci yaklaşımlar yapılsalcılığın karşıtı gibi gözükse de, özneyi salt bireye indirgemesi, kolektif özne kavramını tanımadığı, yani yapısal olanla öznel olanı birleştiren diyalektik bir bakışa sahip olmadığı için, öznel olanı aşırı vurgulaması bakımından özneyi kuruyormuş gibi gözükse de aslında öznenin yıkılışına varır ve böylece yapılsalcılıkla aynı noktada, öznenin yıkılışı noktasında buluşur. Zira özne olarak bireyin, ne kadar kışkırtılırsa kışkırtılsın büyük yapısal sorunlar karşısında kendisini biçare hissetmesinden başka yapabileceği bir şey bulunmamaktadır. Bu ise bir taraftan günlük dilde bazen 'ego patlaması' dediğimiz duruma yol açarken diğer taraftan da toplumun örneğin Freud'un 'üstün ego' dediği şekilde algılanmasına, yani birey karşısında tanrısallaştırılmasına yol açar. Oysa birey kendisini hem toplumsal birey olarak bireysel özne hem de toplumun içinde toplumla beraber kolektif bir özne olarak kavrasa, kendisini topluma yabancılaşmış ve kışkırtılmış ego olarak hissetmek yerine kendisini her durumda farklı bir biçimde özne olarak kavrayacağı tamamıyla başka bir noktaya varacaktır.
Durum sonuç bakımından felsefe de çok farklı değildir. Orada da ana akım felsefi eğilim bir taraftan öznelciliği vurgulamaya yönelirken diğer taraftan da insana hem kendi özünün bütünlüğünü kurma hem de dış dünyaya dair birleştirici bütünlüklü bir bakış yakalama fırsatı veren aklın yıkılışıyla meşguldür. Aklın yıkılışı doğal olarak yanlış ve doğru kıstaslarının yıkılışına ve böylelikle de mutlak bir keyfilik durumunun oluşmasına yol açar. Post-modernist ve post-marksist tüm akımların hepsinin çıktığı kapı burasıdır. Hepsi ne kadar eleştirel olma havalarına girerlerse girsinler tümü sonunda pozitivisttir.
Max Weber 20. yüzyılın başında kuram veya dünya görüşü edinme bakımından iki seçenek var demişti. Bunlar ya Marx ya da Nietzsche'dir. Nietzsche aklın yıkılışı ve hedefsiz bir güç istenci 'felsefesi' yaparken, Marx özgürlük felsefesini temellendirmeye çalışır. Post-modernistlerin, post-yapısalcıların, post-marksistlerin hepsinin çıkış noktası farklı biçimlerde de olsa Nietzsche'dir. Özgürlük emelinde ısrar edenlerin ise kanımca Marx'a yönelmesi gerekir. Zira çağımızın en kapsamlı ve en radikal özgürlük felsefesi, hem ekonomik, hem duyusal ve duygusal, hem ahlaki ve düşünsel hem de inanç bakımından ve sanatsal özgürlüğü tüm boyutlarıyla kapsadığı için, Marx tarafından ortaya konmuştur. Aydınlanmacılığın geleceğine ilişkin tartışmanın da bu çerçevede ele alınması gerektiği kanısındayım. Kalıcı kapsamlı özgürlüğün tesisi aynı zamanda sürekli barışın da inşası anlamına gelmektedir.