Radikal pasifizmin suretleri: “Hukuk devleti” tartışması

Radikal pasifizmin suretleri: “Hukuk devleti” tartışması

Siyasal iktidara karşı gelişen türlü hak arayışlarını “AKP’ye yarar” gibi bir boş gösterenle etkisizleştirmeye gayret edip, seçimlerin ertesini işaret edenler, eylemler kendisine yöneldiğinde pasifleştirmekle tevdi edildiği harekete dönüp “bu eylemi iktidara karşı yapsanız ya” diyecek kadar bir bilinç yitimi yaşıyor.

Fırat Çoban

Cumhur İttifakı’nın seçim esaslarına ilişkin bir dizi yasada değişiklik öngören teklifinin yasalaşmasını takiben 12. Cumhurbaşkanı’nın üçüncü kez aday olup olamayacağına ilişkin tartışma yeniden başladı. Bu tartışmanın kendisini oldukça önemli bulmakla beraber bu yazıda esasen oldukça aşina olduğumuz, bu tartışmada da açığa çıkan bir tutum üzerine düşünmek niyetindeyiz.

Yaşanılır ücret ve güvenceli çalışma koşulları için mücadele eden emekçilerden, Boğaziçi’nde kayyumu kabul etmeyen üniversite bileşenlerine, alım gücü krizine karşı canına tak edip sokağa çıkan yurttaşlardan, bilimsel, laik ve kamusal eğitim mücadelesi sürdürenlere, siyasal iktidara karşın direnişin geliştiği herhangi bir mücadele alanında iktidarla değil, direnenlerle tartışmayı tercih eden ve onlara mücadelelerinin yanlışlığını yahut boşunalığını anlatmak için canla başla uğraşan o suretleri hatırlıyorsunuz.

O suretler, memleketteki siyasal mücadelelere yaklaşımlarında olduğu gibi, 12. Cumhurbaşkanı’nın yeniden aday olup olamayacağına ilişkin tartışmada da kendileri ve sıklıkla yineledikleri “AKP’ye yarar” tutumu kadar tanıdık olan “Türkiye zaten bir hukuk devleti değil” tahlili, bu sebeple Anayasa’yı savunmanın beyhudeliği iddiası ile karşımıza çıktılar; geç bile kaldılar.

Bu kez 12. Cumhurbaşkanı’nın üçüncü kez aday olmasının Anayasa’ya aykırı olduğunu dile getirenlere ve adaylığa karşı çıkanlara yönelen, Türkiye’nin zaten bir hukuk devleti olmadığı tahlilinin amacı nedir? Neden yapılıyor? Bu tahlille, Türkiye’de devlet formasyonunun burjuva demokrasisinin asgari gerekliliklerinden de yoksun olduğu ve bundan dolayı en geniş anlamıyla mücadelenin başka bir alanda verilmesi gerekliliği mi işaret ediliyor? Yahut da yine aynı alan içerisinde bambaşka bir mücadele yöntemi mi öneriliyor?

Hayır. Tam aksine, bu radikal eleştiri beraberinde bugünün koşullarında en pasifist stratejiyi getiriyor; sokağa çıkan yurttaşlara, kayyuma itiraz eden öğrencilere, doğayı savunan köylülere, her türden hak arayışına yönelen “burası hukuk devleti değil” savını ekseriyetle “AKP’ye yarar, seçimleri bekleyin” gibi öğütler takip ediyor.

Bu durumun yegane istisnası ise protestolar bu suretlerin iktidar alanlarında gerçekleştiğinde beliriyor. Daha önce pek çok kez belediye grevleri sırasında yaşadıklarımızı, TİP’li öğrencilerin İBB’nin ulaşım zammına ya da daha genel bir ifadeyle krizin faturasının kent yoksullarına kesilmesine karşı düzenledikleri turnike eyleminde yeniden deneyimledik. Siyasal iktidara karşı gelişen türlü hak arayışlarını “AKP’ye yarar” gibi bir boş gösterenle etkisizleştirmeye gayret edip, seçimlerin ertesini işaret edenler, eylemler kendisine yöneldiğinde pasifleştirmekle tevdi edildiği harekete dönüp “bu eylemi iktidara karşı yapsanız ya” diyecek kadar bir bilinç yitimi yaşıyor. Bu hezeyan hali, ulaşım zammı eylemini gerçekleştiren öğrencilerin sözlerini işitmelerinin de önüne geçiyor; eylemde ekonomik krizin sorumlusu ve mücadelenin verilmesi gereken yer olarak doğrudan siyasal iktidarın gösterildiğini dahi duymuyorlar.

Türkiye’nin zaten hukuk devleti olmadığı savından hareketle hukukun alanı içerisinde yapılacak mücadelelerin lüzumsuzluğu/yanlışlığı üzerinden pozisyon alacak kadar radikal ancak çareyi muhayyel bir gelecekte önlerine gelmesini umdukları seçim sandığında arayacak kadar pasifist olan bu suretlerin, iktidara karşı gelişen direnişleri zayıflatarak iktidar ilişkisindeki mevcut konumları yeniden üretmenin ve bunun da ötesinde siyasal eylemin kendisini olanaksızlaştırmanın dışında bir işlevi/amacı olduğunu söylemeyeyiz.

Yukarıda değindiğimiz tutum ve pozisyonların, yalnızca bir tür pasifizme davet olduğunu söylemek de yetmez; Anayasa başta olmak üzere, hukuk alanı içerisinde verilen fiili mücadeleleri değersizleştirip hareketi pasifize edenlerin yakın geçmişte “Anayasa’ya aykırı ama evet diyeceğiz” siyasetiyle kendi tahlillerinin somut koşullarını hazırladıklarını, “bizim kitabımızda sokağa çıkmak yok, demokratik yollarla iktidarı değiştireceğiz” diyerek Anayasal haklarını kullanan yurttaşların eyleminin meşruiyetini sarstıklarını, siyasal iktidarın bu alanlara dönük anti-demokratik müdahalelerinin imkanını genişlettiklerini, daha genel bir ifadeyle Türkiye’nin bir “hukuk devleti” olmaktan çıkmasına sundukları önemli katkıyı da hatırlatmak gerekir.

Direnişleri önemsizleştiren, Anayasal hakları ve tarihsel kazanımları değersizleştiren, kriz anlarında iktidara meşruiyet ikmaline koşan, düzenin toplumsal/siyasal alanları etkisizleştirmekle tevdi ettiği tutum ve pozisyonlarla mücadelede ısrar etmeli; alanın ve içinde gelişen direnişin sınırlarının bilinciyle, -onu en çok değiştirmek isteyen siyasal irade olmamıza karşın- Anayasa’yı  ve hukuku savunmaya devam etmeliyiz.

Üstelik, burası Türkiye olmasına rağmen değil; tam da burası Türkiye olduğu için.

DAHA FAZLA