Sermaye düzeninin aksama durumunun devam ettiğini görebiliyoruz. Buna kriz adını vermenin bir sakıncası yok. Tekelleşme ve en tepedekilerin yüksek kârlılık oranı sürerken kalan herkes her geçen gün biraz daha batıyor. Ortalama kâr oranlarında düşüş eğilimi, en büyüklerin fahiş kârları nedeniyle henüz göze batmamakta.
Bununla birlikte kriz terimi, sınırlı bir süreyi, sarsıntı ve hızlı küçülmeyi, öncesi ve sonrasının birbirinden tümüyle farklı olduğu bir anomaliyi işaret ediyor. Büyük ölçüde AKP iktidarının süreklileşmesinden, 15 yıldır her geçen mevsim ülkeye daha kolay komut verebilmesinden kaynaklanan bir uzun ve aşağı seyir ise kriz kelimesinin havasını bozuyor! Tıpkı 2008 sonrası rekor tekel kârlarının, ABD ve Almanya’daki verimlilik sıçramalarının “emperyalizmin krizi” ifadesini çok tartışılır hale getirdiği gibi. Bir yandan da, ortodoks bir eksende ele alındığında esasen insanlık 1970’lerden beri krizin sürekliliğini, diğer deyişle çöküşün ertelenmesini yaşıyor…
AKP’nin kurduğu tasfiye düzeni, 20013’ten sonra iyi çalışmıyor, aksamalar bir kriz eşiğine doğru hızla yoğunlaşıyor diyelim ve bu konuyu kitaplara, makalelere bırakalım. Global olarak 2008 krizinin çözülemediğinin, aşılamadığının en önemli göstergelerinden bazıları; Trump gibi bir figürün - “ne manada” olduğu henüz tam anlaşılamasa da - iktidara gelmiş olması, Brexit adı verilen kopuşla AB’nin Almanya hakimiyetine bırakılması, Çin ile kriz sonrası ortak iktisadi çaba döneminin sona erip yerini yavaşta soğuk savaşın almaya başlaması olarak sıralanabilir.
Bu esnada AKP iktidarının tutunduğu noktalar süreklilik taşımakla birlikte, gittikçe kısalan zaman aralıklarıyla karakter değiştirdiğini söylemek mümkün. Örneğin 2003-2008 arası uzun dönemi 2001 krizinden çıkış icraatıyla emperyalizmden ve yerli tekellerimizden vekalet alma ve rüşt ıspatlama dönemi olarak adlandırabiliriz. Bu beş yıldan sonraysa dönemlerin hızla kısalmaya başladığını gördük. İlk uzun dönemle sonraki kısalan dönemler arasındaki farklılığı, dünya kapitalizminin 2008 sonrası refleksleriyle bağlantılandırmak çok verimli. Öyle ki artık bırakın yılı, her bir mevsimi atlatmak için bile yeni projeler, yeni ittifaklar, içeride ve dışarıda sarsıcı yeni manevralara ihtiyaç duyulmakta.
Kısalan peryotların her birinde değişen, ihtiyaç duyulan daha fazla dış desteğin elde edilme biçimi. Bu kaçınılmaz çünkü Türkiye ekonomisi üretimden değer yaratarak kalkınabilmesi için gereken ama zaten zayıf olan özelliklerini artık hemen tümüyle kaybetti. 2001 krizi sonrası yakaladığı bazı ihracat avantajları da (otomotivde bile) yitirme sürecine girdi. Şimdi Katarlılara daha fazla şirket satılması için gereken manevralar, AB ile ilişkilerden daha önemli! Şaka yapmıyorum, içinde bulunduğumuz periyotta ana tema bu…
Kısa vadede petrol fiyatlarının tekrar düşüşe geçtiği, Güney Çin Denizi'nin ısınmaya devam ettiği, orta ve uzun vadedeyse petrole bağımlılığın aşılmaya başlayacağı bir ortamda süreklileşmiş bir “Arap desteği” ikna edicilikten oldukça uzak. Öyle ki, mevcut konjonktürel desteğin, Suriye’deki başarısızlığın alevlendirdiği Şii paranoyasından ibaret olduğu iddiası çok güçlü. Suudi Arabistan’ın devlet petrol tekeli Aramco’yu ve diğer 200 kadar şirketi borsada yabancı sermayeye satarak elde edeceği kaynaklarla petrole bağımlılıktan kurtulmaya çalışacağını ilan etmesi, başarı hem de başarısızlık durumunda önemli gelişmeler olacağının habercisi.
Patronlarımızın istediğiyse tek adam rejimine geçişle kolaylaşması beklenen sömürü oranının yükselmesi. Borsanın referandumla coşması, sadece Yiğit Bulut’un fantastik alımlarına bağlanamaz.
Daha fazla sömürü bahsinin alt başlıkları arasında sadece enflasyonun yeniden yükselişe geçerek ücretleri bastırması yok. Emeklilik ve kıdem fonlarının özel sermayeye devri, işçilerin kazanılmış tarihsel haklarının piyasa koşullarına, yani mali sermayenin kârılılık oranına havale edilmesi de, ‘şehir hastaneleri’yle özel sermayenin beceremediği sağlık hizmetlerinde özel sermayeye destek olunması gibi başlıklar da büyük ölçüde bu alana giriyor.
İşçi sınıfını daha fazla sömürülebilir duruma getirmek, bir burjuva iktidar için onay almanın temelini oluşturur. Daha iyi bir ifadeyle Metin Çulhaoğlu’nun yazdığı gibi: “Kapitalizmde herhangi bir siyasal iktidarın sınıfsal niteliği, gerçekte olmayan bir “üst aklın” her istediğini yapmasında değil, her durumda egemen güçlerin genel çıkarlarını gözetmesindedir.”
Buraya kadar tablo sade görünüyor. Saray rejimi, büyük sermayeye dikensiz gül bahçesi verip onay alma hamlelerine devam edecek, ancak siyaset yasaları gereği alternatifine kapı açmamak için büyük sermayeyi selektif olarak hizaya getirme çabasından da geri durmayacaktır.
Son olarak bu tabloyu karmaşıklaştıran başka bir çelişkiden bahsetmek istiyorum: Mevcut siyasi temsil-ekonomik çıkışsızlık sorunlarını kaotik bir kıvama gelebilecek bir gerekçe var: Emperyalizmin 2008 şokundan çıkış çabalarının muhtemel kanallarıyla, kapitalist Türkiye’yi ayakta tutacak, krizi erteleyecek yolların çelişmeye başlaması.
Bu durumu şöyle kabaca özetlemek istiyorum: Bir önceki dönem sanayi arsalarına proje yapıp AVM kuran büyük sermaye, bir sonraki dönem endüstri 4.0’a geçmeye heveslenerek acınacak duruma düşmüştür. Her şeyden önce yeni sanayi devrimi diye bir şey varsa, bu kapitalist merkezlerin sermayeyi evlerine çağırmalarıyla ilgili. Yani çevrede ucuz ve büyük ölçekli üretim değil, merkezde, az sayıda yüksek ücretli işçiyle yüksek teknolojili, pazarın hemen dibinde, ihtiyaçlara özel üretim… Türkiye (Hollanda’dan büyük olmayan bir pazar) uluslararası sermaye tarafından çok yakın bir zamanda terk edilme riskiyle karşı karşıya!
Bu yaman çelişkiye refleks olarak RTE’nin Saray Rejimi’nin merkezden yavaş büyüyen, korunan bir iç pazara sahip, siyasi kontrol altında bir “milli burjuvazi” peşinde koşmaya başladığını iddia edebilirim. Teslim edilmeli ki bu 1960’lar taklidi tasarımın kısacık bir dönem uygulanabilir olması bile büyük bir heves yaratıyor. Peki mümkün mü?
Türkiye Varlık Fonu’na bu pencereden bakmayı önerdiğim makaleyi Yön dergisinin ikinci sayısında kaleme almıştım. Emperyalizmin ne yapmak gerektiğini değerlendirdiği, henüz bir rotaya tam angaje olmadığı bu geçiş dönemi, Saray’a cazibesine kapıldığı bu hevesi zorlama lüksü sağlıyor.