Sinan Dervişoğlu yazdı | Homojen ve dar bir parti mi? 'Çok kanatlı' ve kitlesel bir parti mi?
Sinan Dervişoğlu
Yukardaki başlıktaki ikilem, birçok sosyalistin kafasını meşgul eden, ancak özünde yanlış, suni, hayali bir ikilemdir ve bu yazımızda bu ikileminin temelsizliğini ortaya koyarak Türkiye’de sol hareketin örgütsel sorunlarına ışık tutmaya çalışacağız.
PARTİ BİRLİĞİ NEDİR?
Önce bir partide insanları bir arada tutan teorik-ideolojik-politik çerçeveyi tanımlamakla başlayalım. Sol hareketimizin mevcut aşırı bölünmüşlük halinde, bu çerçeve “her konuda anlaşan” insanların birliği şeklinde kavranmaktadır: Tüm teorik konular, sosyalist hareketin ülkede ve dünyadaki geçmişine ilişkin bir ortaklık, geleceğin sosyalist toplumuna ilişkin net öngörüler, hem güncel olayları, hem de Marksist teorinin tüm alanlarını kavrarken aynı noktada olmak şeklinde düşünülen bu “birlik”, tamamıyla ütopiktir, gerçek dışıdır, ve bir hayaldir. Böylesi bir “birlik,” yani mutabakat, geçmişte de hiçbir partide kurulamadı, gelecekte de kurulmayacaktır. Şu anda tek tek örgütlerdeki mevcut olan bu “tam mutabakat” hissi, aslında uzun süre birlikte mücadele eden kadroların birbirlerine duyduğu bağlılık, dostluk ve güvenden başka bir şey değildir, ve “Hayata nasıl müdahale etmeli?” dolayısıyla da “Aynı müdahaleyi savunanlarla nasıl bir araya gelmeli?” sorusunu başa koymadığı sürece hayattan kopuk olmaya mahkum olacak, örgütteki bu sıcaklığın yarattığı bu “mutabık olma” hissi ise içinde mutlu olunan bir konfor alanından başka bir şey olamayacaktır. O zaman parti birliği nedir ve nasıl tanımlamalıdır?
Sınıfsız toplumu hedefleyen her işçi sınıfı partisinin önünde, bu sürecin bileşeni olan 3 dönem, 3 moment vardır:
1) Devrime kadar olan sürecin örgütlenmesi,
2) Devrim sonrası ayakta kalma ve konsolidasyon süreci
3) (Bir öncekiyle yer yer bütünleşen) Sosyalizmi ve sınıfsız toplumu kurma süreci. Parti birliği, bu momentlerin her birinde, bir sonrakine ilişkin genel tanımlar koyarken içinde bulunulan moment için “hayata nasıl müdahale edileceğine” ilişkin, mücadelenin sınıfsal bileşenleri, dostları ve düşmanları, devrimci pratiğin öncelikleri, bu öncelikleri hayata geçirmek için kullanılacak araç ve yöntemler, ve bunları gerçekleştirecek örgütsel formlar konusunda çizilecek net bir çerçeve demektir. Parti program ve tüzüğü de bu çerçevenin kâğıda geçirilmesinden başka bir şey değildir.
Mesele böyle konulunca, “her konuda anlaşma” gibi ütopik bir hedef yerine nelerde “anlaşmak” gerektiği netleşmektedir: Sola yönelen kitlelere nasıl bir üslupla yaklaşacağız? İşçi sınıfındaki büyüyen mücadelesini sosyalist bir yöne nasıl sokacağız? Beyaz yakalıların mücadelesini hangi özgül araçlarla örgütleyeceğiz? Meslek örgütlerindeki fiili güç kaybını nasıl tersine çevirip onları etkinleştireceğiz? Yerel emekçi inisiyatiflerini nasıl yaygınlaştıracağız? Gericiliğin gerek yasal, gerekse fiili şiddetine karşı kendimizi nasıl savunacağız? Kitleleri etkileyen burjuva ideolojilerini, Türk-İslam sentezini, resmi Kemalist ideolojiyi ve burjuva liberalizmini nasıl etkisiz kılacağız? Kürt halkının ve diğer baskı altındaki ulusal kimliklerin özgürleşmesine nasıl bir katkı sunacağız? Kadınları nasıl toplumsal yaşamın etkin bir gücü haline getireceğiz? Doğa yıkımına nasıl dur diyeceğiz? İçinde bulunduğumuz momentin belirleyici konuları, dolayısıyla bir “Parti Birliği”nin de belirleyici başlıkları bunlardır.
Bu yaklaşım, nelerde “%100 anlaşmanın” hiç de zorunlu olmadığını da ortaya koymaktadır. İlerdeki 2 moment (devrim sonrası konsolidasyon ve inşa) süreçleri için genel ilkeleri ve doğruları belirtmek şu aşamada yeterlidir. Örnek vermek gerekirse, “devrimden sonra bazı temel özgürlükleri askıya alıp genel bir Devrimci Terör mü uygulayacağız, yoksa bu hak ve özgürlüklere her zaman sadık mı kalacağız?” ya da “Devrimden sonra direkt merkezi planlamaya mı geçeceğiz, yoksa pazar ekonomisine belli bir zemin tanıyan NEP türü bir dönemden geçecek miyiz?” türü tartışmaların bugün dahi yapılması anlamlıdır, zihin açıcıdır, hatta gereklidir. Ancak bu tartışmalar esnasında çıkan bir ayrılık üzerine “ben artık bu partide kalamam” deyip ayrılmak, sadece hastalıklı bir entelektüel egoya işaret etmekle kalmaz, aynı zamanda sosyalistlerden çözüm bekleyen milyonlarca emekçiye de saygısızlıktır. “Doğmamış çocuğa don biçme”nin anlamı yoktur.
Bugün bu açıdan bakıldığında, sol içindeki ayrılıklar nelerdir? Bunların büyük çoğunluğu geçmiş, 1980 öncesi geleneklerin kendi varlık sebebi olarak tanımladığı “doğru”lara dayanmaktadır; ancak bizzat hayatın kendisi bu ayrılıkların varlık sebeplerini silip süpürmüştür. Hatırlamak gerekirse: “Türkiye, yarı-feodal mi, bağımlı kapitalist mi?”, “işçi sınıfının ideolojik önderliği mi, fiili önderliği mi?”, “öncü savaş mı, kitle mücadelesi mi? “SBKP mi, ÇKP, mi, AEP mi?” Gerek ülkemizde, gerekse dünyada yaşanan gelişmeler bu ikilemleri tuzla buz etmiş, sonlandırmıştır; ancak bu ikilemler temelinde kurulmuş yapılar, hala (yukarda değindiğimiz “konfor alanı” mantığı içinde) varlığını sürdürmektedir.
Bugün ülkemizde hayata doğru ve etkin bir sosyalist müdahaleyi mümkün kılacak somut çerçeve, aslında şu basit ilkelerde somutlaşmaktadır:
1. Yukarda değindiğimiz sorulara doğru, isabetli ve yaratıcı cevaplar veren bir kitle mücadelesi çizgisi
2. Kürt Özgürlük Hareketini “emperyalizmin oyuncağı” olarak gören çarpık yaklaşımlara karşı, onun ulusal karakterinden kaynaklanan yönlerini dikkate alan, ona karşı eleştiri hakkını elde tutmakla birlikte onu, hem demokrasi, hem de sosyalizm mücadelesinin güçlü bir bileşeni ve müttefiki olarak gören enternasyonalist yaklaşım
3. Toplumu etkileyen burjuva ideolojilerine karşı, (bunların bazılarıyla demokrasi mücadelesinde taktik planda oluşabilecek işbirliklerini dışlamamakla birlikte) teorik-ideolojik planda mesafeyi korumak; bunu yaparken de Cumhuriyet’in ilerici kazanımlarını sahiplenen ve işçi sınıfına, devrimcilere sıcak bakan kesimleri, sosyalizm mücadelesine kazanmak
4. Türkiye sol hareketinin geçmişi konusunda “Geçmişte xx örgütü olarak tek doğru bizdik, onu da şimdi aynen sürdürüyoruz” türü yaklaşımları reddederek, hareketimizin tarihsel birikiminin tümüne sahip çıkan, oradaki her devrimci katkıyı değerli bulup bilince çıkaran, ancak hataları da titiz ve saygılı biçimde ortaya koyan bir yaklaşımı benimsemek
5. Dünya komünist hareketinin tarihinde KP’lerin gerek muhalefette, gerekse iktidarda insanlığa kazandırdığı tüm değerlere, yapılan tüm fedakarlık ve kahramanlıklara, hiçbirine dudak bükmeksizin devrimci bir ruhla sahip çıkmak, bunları savunmak, oluşan likidasyon ve bunu geçmişteki kökleri konusunda ise her türlü ön yargıdan uzak yeni, yaratıcı bir tartışma ve fikir alışverişine açık olmak
Bugünün Türkiye’sinde, sosyalist bir partide “Parti birliği”ni sağlamak için gerekli ve yeterli ilkesel çerçeve budur; bunların dışındaki tüm nüansların hiçbiri içinde bulunduğumuz momente etki etme anlamında belirleyici değildir ve pekâlâ tek bir örgüt çatısında varlıklarını sürdürebilir. Bu olguyu daha ilerde ele alacağız. Önce bu esnek yaklaşımın gündeme getirdiği ilk soruya cevap verelim
PARTİDE BİRLİK NE ZAMAN İMKÂNSIZ HALE GELİR?
Yukarda ortaya koyduğumuz yaklaşım, partilerdeki tüm bölünmelerin “sübjektif” ve “kişi veya grup egolarını sonucu” olarak görmemize yol açmamalıdır. Bu tarzda “bölünmeler” ülkemizde de yeterince vardır; ancak bunun ötesinde parti birliğini sürdürmenin objektif olarak imkânsız olduğu somut durumlar da vardır. Bunun anahtarı da gene yukarda verdiğimiz formülde gizlidir: İçinde bulunulan momente müdahale konusunda net ve pratik ayrılıklar, oluşan somut ve güncel yol ayrımları.
Önce tersten gidelim: Hangi ayrılıklar bölünmeyi zorunlu kılmaz? RSDİP’nin 1903’teki 2.kongresinde “parti üyeliği maddesi” konusunda ortaya çıkan Bolşevik-Menşevik ayrımı, o noktada bir örgütsel kopmaya yol açmamıştır. Bolşevikler ve Menşevikler, aynı partinin iki kanadı, 2 farklı eğilimi olarak var olmuş, ancak mücadeleye ilişkin birçok konuda beraber davranmaya devam etmiştir. Lenin 1905 devriminin yenilgi sebeplerini sayarken, bunlardan birinin de ayaklanma esnasında “partideki Bolşevik ve Menşevik unsurlar arasında yeterli koordinasyon ve güç birliğinin sağlanamamış olmasını” zikreder. Bunun anlamı açıktır: 1905 yılında Lenin açısından dahi bu 2 eğilim, aynı partinin devrimde ortak mücadele etmesi gereken (ve beklenen!) parçalarıdır. Bolşeviklerin ayrı parti halinde örgütlendikleri 1912 yılına varıldığında ise, günlük mücadeleye müdahale açısından fazla sayıda farklılık birikmiş, demokratik devrime ve burjuvaziye bakış, ulusal sorun, 2.Enternasyonal’da güçlenen sağ eğilime karşı tavır, köylülük vs gibi bir dizi konuda netleşen ayrılıklar siyasete birlikte ve uyumlu bir müdahalenin olanaklarını giderek kaldırmış, sonunda “fiilen” var olan 2 ayrı örgüt, Bolşeviklerin Prag kongresi ile resmileşmiştir.
Türkiye’de de yakın zamanda yaşanan bir ayrılma, aynı anlamlı mantığın ürünüdür. Eski adı SİP olan TKP’de özellikle “politika yapma tarzı ve anlayışına” ilişkin farklılıklar çıkmış, bunun devamında da Gezi ile somutlaşan kitlesel başkaldırıya karşı tavır gibi belirleyici bir konuda ortaya çıkan ayrılık sonucunda bir grup partili ayrılarak HTKP’yi kurmuş; daha sonra HTKP yeni kurulan TİP’in ana kurucu unsuru haline gelmiştir. Bu ayrılık da anlamlıdır ve sübjektiflikten son derece uzaktır, zira Gezi esnasında yüzbinlerce yurttaş sokaklardayken “bu eyleme tüm enerjimizle katılmalıyız” diyenlerle “bu eylem iplerin kimin elinde olduğunun belli olmadığı sıradan sokak radikalizmidir, uzak durmak gerekir” diyen 2 tavrın aynı parti içinde durması mümkün değildir; olan da bu olmuştur.
Dolayısıyla, bir partide:
1. Günlük siyasetin bir momentinde, somut bir olgu karşısında “evet mi, hayır mı” türünde, ya da eldeki kaynakların nereye yöneltilmesi gerektiği konusunda bir ayrılık çıkarsa
2. Bu ayrılık hiçbir uzlaşma ile sonuçlanmaz veya oluşan uzlaşma taraflardan biri tarafından partiyi etkisizliğe düşürecek geri bir seviye olarak algılanırsa
3. Veya oluşan ayrılık, Parti yönetimi tarafından tasfiyecilikle giderilmeye çalışılırsa
ayrılık kaçınılmaz hale gelir.
Bugün Türkiye’de durum tam tersidir. Parti ve örgütler içinde pek ayrılık olmadığı gibi, var olan parti ve örgütlerin %80’i pratikte aynı şeyleri yapmakta, aynı vurguları öne çıkarmakta, aynı mücadele alanlarına yönelmekte, ancak gene de birbirinden ayrı durmaya devam etmektedir. Partideki birliği yukardaki gibi esnek bir çerçeve ile tanımladıktan sonra, kaçınılmaz soru gündeme gelmektedir: Sol niye birleşemiyor?
SORU: BİRLİK ÇABALARI NİÇİN BAŞARISIZLIKLA SONUÇLANIYOR?
CEVAP: 4 SAKATTAN BİR GLADYATÖR ÇIKMAZ!
Bu başlıktaki soru oldukça yaygın (ve aşağıda cevaplayacağımız) bir sorudur; biraz hoyrat olan cevap ise (önceki bir yazımızda zikrettiğimiz gibi) bize değil, örgütlenmeye kafası çok iyi çalışan bir düşmana aittir; ancak gerçeğin net bir ifadesidir. Birleşmenin başarılamamasını sübjektiflikle, örgüt şeflerinin kariyerizmiyle, “az olsun benden olsun” mantığıyla açıklayanlar olabilir. Bu argümanların yer yer haklılığı olmakla birlikte birleşmemeyi sadece bu tür sübjektif kötü niyetlere bağlamak bizi son derece yanlış sonuçlara götürür. Zira her türlü sübjektif çıkarın reddedilip son derece dürüst, mütevazi, şeffaf ve birlikten yana fedakârlık yapan tavırlar dahi belirleyici olsa, birleşme çabaları olumlu sonuçlanmamakta, başarısızlığa mahkûm olmaktadır. Açalım:
Türkiye’de güçleri birbirine yakın 2 (veya daha fazla) örgütün birleşme çabalarının HEPSİ başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 80 öncesi TKEP-TKP/B, sonra Acil-TKEP, yakın zamanda Kurtuluş-TKP/B birleşme süreci gene ayrılıkla sonuçlanmış, TİP-TKP birleşmesi olan TBKP ise kolektif bir likidasyonla sonlanarak devasa bir başarısızlık teşkil etmiştir. Örgütsel birleşmeyi cazip ve geçerli bir çözüm olarak gösteren mantık şöyle özetlenebilir:
1. A ve B örgütleri benzer şeyleri savunan, dünyaya, Türkiye’ye ve devrim sürecine hemen hemen aynı açılardan bakan 2 örgüttür.
2. Bunların gelişmeleri belli bir noktaya gelmiştir; ancak umulan kitlesel sıçrama henüz yapılamamıştır
3. Bunlar güçlerini tek bir örgüt çatısı altında birleştirirlerse hayata daha güçlü bir müdahale yapabilir, kısa zamanda yeni mevziler kazanabilir, bir çekim merkezi haline gelerek diğer sol güçleri de etraflarına çekebilirler. Kısaca 1+1= 3 olabilir.
Pratik ise bu beklentileri hep boşa çıkarmış, ve şu şekilde gelişmiştir:
4.Birleşme süreci tanımlanır ve takvime bağlanır: Yeni program yazımı, yeni yönetici organların oluşması, bu süreçte tabanda ve diğer kademelerde militanların ve kadroların birbirini tanıması..vs. Bütün bunlar belli bir miktar enerjiyi yutar
5.Örgüt ve kadroların bir araya gelip birlikte çalışması beklenen etkiyi yaratmaz. Ne kitle çalışmasında, ne sendikalarda, ne gençlikte A ve B örgütünün kadrolarının bir araya gelmesi umulduğu gibi bir çekim merkezi olmaz, fark yaratacak başarılar bir türlü oluşmaz. Aslında fark edilmeyen (ya da itiraf edilmeyen) olgu şudur: Başta işçi sınıfı olmak üzere kitlelerin (Almanya 1875’de 2 sosyalist örgütün Gotha birleşme kongresinin aksine) “A ve B örgüt keşke birleşse” diye bir arayışı yoktur.
6.Duraklama başlar ve duraklama birliğin ölümünün habercisidir. Yazılan programdaki bazı cümlelere yapılan itirazlar, yerel planda kadrolar arası tartışmalar, yerine getirilemeyen görevler arttıkça bunlar iyi niyetle çözümlenmeye çalışılır; ancak iyi niyet ne kadar büyükse çözümsüzlük de o kadar artar.
7. Sonuçta “kendi başımıza hareket etseydik daha hızlı yok alırdık” görüşü (haklı olarak) her 2 tarafta da belirginleşmeye başlar. 1+1 değil 3 olmak, 2 dahi olamamış, 1,5’u aşamamıştır. Birlik, her 2 tarafın diğerinden kazandığı birkaç kişiyle birlikte dağılır.
Pratikte oluşan bu gelişme mantığı kaçınılmaz mıdır? Olaya analitik açıdan baktığımızda kaçınılmaz olduğunu görürüz; zira birleşme arayışı aslında çok ciddi bir mantıksal tutarsızlığı içinde barındırmaktadır:
8.A ve B örgütleri belli bir gelişme gösterdikten sonra tıkanmış ve yerinde saymaya başlayan örgütlerdir. Öyle olmasa, yani düzenli ve sürekli olarak (lineer veya geometrik) bir büyümeyi yaşıyor olsalar, yollarına devam ederler, birlik arayışına girmezlerdi. Birlik arayışı aslında tıkanmışlığın net bir sonucu ve itirafıdır
9.Asıl sorun da tam buradadır: Bu örgütler niçin, neyi yapmadıkları (veya yaptıkları neyi eksik bıraktıkları) için tıkandıklarını anlamış değillerdir: Kitle çalışmasındaki üslup? Kadro potansiyelinin verimsiz noktalara yönlendirilmesi? Cazip propaganda motiflerinin yokluğu? Belli noktalarda yeterince cesur davranmama? Veya basitçe gerekli gözü kara, yırtıcı enerji ve iradeyi göstermeme? Bu soruya cevap verilmediği gibi kafa da yorulmaz. Bu fikirsel tembellik içinde tek çıkış yolu, “mucize çözüm” olarak Birlik görülür
10.Bu tıkanıklığa bulunan çözüm olarak birleşme gündeme geldiğinde, aslında bir araya gelen 2 örgüt ortak bir güçten çok, ortak bir tıkanmışlığı, ve bu tıkanmışlık konusunda ortak bir fikirsel boşluğu ve belirsizliği paylaşırlar. Başka bir deyişle bir araya gelme, yukardaki sorulara cevap bulunmasını sağlamaz, tam tersine “birlik hepsini çözecek” rahatlığı, örgütsel konuda gerekli ve zorunlu bir teorik derinleşmeyi boşa çıkarır.
11.Birlik süreci içinde her 2 örgüt, geçmişte tek tek yaşadıkları tıkanıklığı bu sefer birlikte yaşamaya başlarlar; ancak “Birlik” fikri başarı beklentilerini artırdığı için bu “kolektif tıkanıklık” kabul edilebilir değildir. Başarısızlığın temelleri hala anlaşılamadığı için karşılıklı suçlamalar, eleştiriler, başlar, “eski” örgüt özlenir, ve birlik dağılır.
TİP-TKP’nin TBKP olarak birleşmesindeki tek fark, her iki örgüt de güçlü tarihsel köklere ve anlamlı birer tabana dayanmakla birlikte, “yukardan” empoze edilen Gorbaçov tezlerinin her iki partiyi de fiilen “sakat” pozisyonuna sokması, mücadele dışına savurması, sağcılığa teslim edilerek etkisizleştirilmiş 2 partinin bir araya geldiğinde yapacak hiçbir anlamlı politik müdahale bulamayıp kendi yaşamlarına son vermesidir.
Çözüm nedir? Çözüm en az bir örgütün “sakatlığı” reddedip “gladyatör” olmaya karar vermesi ve bunu başarmasıdır. Yani yukarda değindiğimiz (ve bir dizi başka) konuda doğru, isabetli, yaratıcı tespitler yapıp aksiyon alarak başarıyı yakalaması, düzenli bir örgütsel büyümeyi gerçekleştirmesi, harekete geçirdiği tabanın kitleselliğinin ve radikalliğinin büyümesi, sıradan vatandaşlar tarafından tanınıp artan bir tasvip görmesi, teorik tezlerinin ilerici camiada etkin olması, tüm diğer sol gruplarla arasındaki makası (onlarla anlamsız sürtüşmeye girmeden) açması ve büyütmesidir. Teorisi ve pratiğiyle kendi çizgisinin başarısını ispat eden böyle bir hareket karşısında yapılacak TEK doğru ve devrimci tavır vardır: Katılmak! Var olabilecek, ancak güncel devrimci mücadele açısından belirleyici olmayan farklılıkları katıldığı örgütte de dile getirebilecekse, katılınan örgüt bu konuda demokratik kanalları açık tutabilecekse, katılmak en doğru tavırdır; öte yandan da ciddi bir fedakârlık olduğu için de gerçekten devrimci ve onurlu bir tavırdır. Kitleselleşen ve başarısını pratikte ispat eden bir örgüte katılmamak ise, tamı tamına yukarda değinilen tarikatçılığın, “az olsun benden olsun” tavrının turnesol kâğıdı olacaktır.
KATILMAK NEDİR NE DEĞİLDİR ya da 'ÇOK KANATLI ÇATI PARTİSİ' FANTEZİSİ
Bugünkü yeni kurulan TİP, henüz tam anlamıyla “gladyatör” olmamakla birlikte bu yönde en olumlu gelişmeyi gösteren örgüttür; ve yakaladığı kitlesel yönelimi güçlü bir kadro yapısıyla tamamlayabilirse bu başarıyı yakalaması kaçınılmazdır. TİP’in bu ivmesi bazı devrimci çevrelerin direkt katılmasını sağlamaktadır ve bu oldukça sevindiricidir; öte yandan da kimi çevreler “katılma” konusunda tereddütler ve farklı yaklaşımlar geliştirmektedir. Katılmak nedir? Bu katılan örgütün kendi iç işleyişini feshederek katıldığı örgütün disiplin ve örgütsel tasarrufunu sonuna kadar kabullenmesi demektir. Pratikte de, katılan örgütteki X kadrosunun A birimine, onunla beraber çalışan Y kadrosunun ise bambaşka bir Y birimine, başkasını da Z bürosuna yollanmasını kabul etmek demektir. Karar ve yetki, katınılan örgüte aittir. Buna karşılık, katılan örgüt, şu an için olmasa bile ilerisi için anlamlı olabilecek tüm farklılıklarından vazgeçerek “tornaya” mı sokulacaktır? Hayır, bu farklılıklar (muhtemelen katınılan örgütte de benzer görüşleri taşıyan yoldaşlarla birlikte) partinin tanımlı platformlarında, kongre, konferans, birim toplantısı, yayın organı, basın araçları..vs’de partinin politik gündemi ve ihtiyaçlarıyla uyum içinde (ve partiyi güncellikten uzak tartışmaların kulübü haline getirmeden) ifade edilebilmeli, bunun kanalları açık olmalıdır.
Gerek solun çok parçalılığı, gerekse “birlik” çalışmalarının müzmin başarısızlığı, 90’larda “çok kanatlı çatı partisi” gibi melez bir kavramı gündeme getirdi. Buna göre iç örgütsel işleyişini koruyan yapılar bir “Çatı” altında bir araya gelerek “parti” gibi çalışacaklardı. Bu doğal olarak tam bir fiyasko oldu, zira:
1. Çatı’nın alacağı kararlar, tüm örgütler tarafından onaylanmak durumundaydı. Alınan bazı kararları “beğenmeyen” örgütler “Çatı”dan hemen ayrıldı.
2. Kalanlar için tüm kararlar “konsensüs” temelinde; hepsinin rızasını alacak şekilde ayarlandı. Ancak hayatta hiçbir maddi gerçekliğe karşılık gelmeyen bir (veya birkaç) örgütün de rızasını sağlamak üzere alınan kararların hiçbir netliği ve etkisi olmadı; bunlar asla tam, yürekten bir katılımla hayata geçirilmedi.
3. Sonuçta bu örgütlerden biri, en güçlüsü, geçmişinden de devraldığı makyavelizmle diğerlerini tasfiye etti, bu “çatı partisi”ni kendi örgütü haline çevirdi ve macera bitti.
Bir örgütün, kendi iç işleyişini koruyarak başka bir örgüte katılması, “katılma” değil eklemlenmedir; bu durumda bir kopma ya da ayrılma mekanizmasının varlığı sürekli korunmakta, bir ayak hep dışarda tutulmakta, parti merkezi kararlarını alırken bir de bu örgütün onayını sorgulayarak “çatı partisi” komedisini yeniden yaşamaya mahkûm olmaktadır. Parti, sadece ve sadece kendi tanımlı ve seçilmiş örgütsel organları ile karar üretmeli, buna da herkes (görüşlerin serbestçe dile getirdikten sonra) hep birlikte uyum göstermeli, birlikte hayata geçirmelidir.
Bu hedefin naif bir temenni olmaktan çıkması ve bu sözlere rağmen pratikte örgütün “MK diktatörlüğü” tarzında bir noktaya savrulmaması için çok temel bir sorunu, “Parti içindeki fikir ayrılıklarını yönetme” konusunu ele almak, ve bu konuda geçmişimizin yanlışlarıyla hesaplaşmak zorundayız.
'PARTİ SAFLARINI ARINDIRDIKÇA GÜÇLENİR!' ACABA?
Bu başlıktaki “acaba” ile sorguladığımız cümle, Lenin’in “Ne Yapmalı” kitabının girişinde yer alan ve aslında Lasalle’den alıntı yaptığı bir cümledir. Bu cümle iki anlamda yorumlanabilir:
1. “Partide çürük, gevşek ahlaklı, sosyalizmin değerlerinden uzak, kariyerist, iki yüzlü..vs unsurlar saflardan arındırılmalı” anlamında kavranırsa bu söz doğrudur
2. “Parti teorik-politik görüş farklılıklarından ne denli kendini arındırırsa, farklı düşünenleri ne ölçüde saflarından atarsa, o ölçüde güçlenir” anlamında kavranırsa bu YANLIŞTIR! Bu yanlışı kavramak için, “saflarını arındıra arındıra” N parçaya bölünen Türkiye Solu’na bakmak yeterlidir. Bu satırları yazarken bile bu “arınma” bir yerlerde sürüyor olabilir.
Lenin’in bu sözleri yazarken neyi düşündüğünü, düşünmüş olabileceğini tartışmayacağız. Ancak “kendisi politik pratiği boyunca bu ilkeyi 2.anlamda uygulamış mıdır?” sorusunun cevabı net olarak “HAYIR”dır! Ekim devriminin arifesinde Lenin, o güne kadar sürekli olarak Bolşeviklerle çatışan Troçki ve ekibini (Mejdunarodnaya) kendi ısrarıyla kolundan tutarak partiye getirmiştir. Soruları soralım:
*1917 arifesinde Troçki’nin partiye getirilmesi, Parti “saflarını arındırmış” mıdır?
Hayır, tam tersine o güne kadar farklı vurgu ve yaklaşımları olan bir ekip, parti disiplinini kabul ederek partiye girmiş, partide görüş çeşitliliği artmıştır.
*Peki Parti bu yüzden “zayıflamış” mıdır? Hayır, tam tersine parti güçlenmiş, Troçki zekası, enerjisi ve heyecanıyla devrime ciddi katkılarda bulunmuş, Kızıl Ordu’yu örgütlemiş, İç Savaşta Sovyet iktidarının zaferini sağlayan kadrolardan biri olmuştur. Bu olgu, ilerdeki Stalin-Troçki çatışmasında Stalin’i haklı bulan bu satırların yazarı ve onun gibi düşünen herkes tarafından kabul edilmesi gereken objektif gerçektir.
Sonradan “Dünya devrimi” tartışmaları dolayısıyla Troçki’nin etrafında oluşan kriz onun “dışardan gelmesi” ile ilgili görülmemelidir; zira “içerden gelen” Zinovyev ve Buharin de ilerdeki yeterince “kriz”e yol açacağı gibi, gene Troçki gibi “dışardan gelen” (Lenin’e muhalif Polonya Sosyal Demokratlarından) bir Feliks Cerzinski efsanevi Çeka’yı kurmuş, Menşeviklerden katılan Çiçerin Sovyet Dışişleri Halk Komiserliğinin temellerini atmış, çok sayıda Menşevik ve SR Sovyet iktidarına güç katmıştır. Bunların ötesinde Bolşevik parti, kurulduğu 1912’den tasfiye edildiği 1991 yılına kadar HİÇBİR ZAMAN tek sesli ve “homojen” olmamış, en sert tasfiyelerin ertesinde dahi farklı eğilimler, gruplar, ekipler, farklı yaklaşımları savunan kadro yoğunlukları hep varlığını sürdürmüştür.
Dolayısıyla doğru formülasyon şudur: Parti kendi içindeki farklılıkları yönetebildiği, bu farklılıklardan yeni sentezlere varabildiği, farklı düşünenlerin enerjisini ortak bir iradede birleştirebildiği ölçüde güçlüdür.
Bu net örneklere rağmen gene de %100 teorik olarak homojen, “tornadan geçmiş”, birebir aynı görüşlere sahip olan, hatta biraz ileri gidip homojenliği biçime de yayan, kadın üyelerin saçından erkeklerin bıyığına kadar kurallar koymuş “saf” bir partiyi ütopik olarak hayal edelim. Çarpıcı gerçek şudur ki, böyle bir partide dahi “homojenliğin” ömrü, kelebeğin ömrü kadar olacaktır! Zira “mevcut her konuda anlaşsa” dahi, hayatın karşımıza çıkaracağı yeni olgular karşısında farklı görüşlerin, değişik vurguların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Dolayısıyla partide oluşabilecek farklılıklar, ne “eyvah bölünüyoruz!” diye umacı haline getirilip bastırılacak birer “arıza”dır; ne de “ne güzel, çok sayıda görüş var, demek ki çok sesliyiz, yeter ki demokrasi olsun!” diye tek başına yüceltilip göklere çıkarılacak bir olgudur. O sadece hayatın temel, somut, basit bir gerçeğidir ve her somut olgu gibi doğru yönetilmesi gerekir. Dolayısıyla sormamız gereken esas soru şudur: Parti kendi içindeki görüş farklılıklarını nasıl başarıyla yönetebilir?
Bu sorunun iki cevabı vardır: Teoride yetkinleşme ve Parti hukuku
PRATİKLE BAĞI KORUYARAK TEORİDE YETKİNLEŞME
Partilerde oluşan bölünmelerin büyük çoğunluğu (özellikle Türkiye’de) teorik gerekçelere dayanır; ancak bu gerekçelerin pratikte gerçekten bir karşılığı olup olmadığı pek sorgulanmaz. “Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” düsturunun dar anlamda kavranması, Marksist teorinin bir amentü haline getirilmesi, “teoride şu noktada ayrılıyorsak ilerde devrimci pratikten kopmamız kaçınılmaz” gibi obsesif gerekçelerle kopmalara, ayrılmalara yol açtı. Kürt halkının mücadelesi konusunda “Kürdistan sömürge mi, ezilen ulus mu?” tartışması etrafında yazılmış yüzlerce sayfa, ve sol içinde oluşan sayısız bölünme hatırlardadır. Aynı şekilde 1970’lerin başında Maocu örgütlerin birinde “halk savaşı köyden şehre dalga dalga akınlarla mı, yoksa kızıl üslerle mi olacak” tartışmasının yol açtığı ayrımlar, ya da Devrimci Yol içinde “öğretmenlere yönelik yayın çıkarırsak Mahir’in bahsettiği tipik revizyonist örgüt olur muyuz?” tartışması da hatırlanabilir.
Parti içinde bu tarzda kitâbi konularda (ya da kitâbi konulardan kaynaklanarak) oluşabilecek ayrılıkları yönetmenin ve gidermenin yolu, pratiği başa koyan bir teorik hâkimiyet ve yetkinliktir. Teorinin “din” haline geldiği her noktada “tarikatların” ve “mezheplerin” doğması kaçınılmazdır. Doğru yaklaşım ise, her yeni fikir ya da farklı yaklaşım karşısında tüm parti üyelerinin şu sorgulamayı yapabilmesidir: Bu yeni yaklaşım, işçi sınıfının ve halkın mücadelesine nasıl yansıyacak, nasıl bir fark yaratacak, bunu kabul etmek ya da etmemek nasıl bir avantaj (ya da dezavantaj) teşkil edecektir? Pratiğe bağlılıktaki hassasiyet, teorinin pratikten koparak bir “akıl oyunları” alanı haline gelmesini ve hayatla ilgisi olmayan ayrışmaların oluşmasını engellemenin birinci şartıdır.
Diğeri de pratikle bütünleşmiş teorinin yetkin kullanımıdır. Lenin’in teoriye olan muazzam hakimiyetinin, Parti içindeki birçok tartışmayı noktaladığı, bitirdiği ve yeni bir sentez etrafında tarafları birleştirdiği bilinmektedir. Lenin’le yaptığı tartışmada haksız çıkmaktan “sıtkı sıyrılan” kimi üyelerin artık onunla tartışmak yerine onun görüşleri baştan kabul etme tavrını benimsediği aktarılmaktadır. Teorik yetkinliğin Lenin’de somutlaşan birleştirici gücü açıktır; ancak bunu karşısında tavrımız “bizde de Lenin olsaydı” demek değil, tüm örgütü Marksist teori konusunda sağlıklı (pratiğe bağlı) bir şekilde yetiştirmek; aynı şekilde partide teori üretimini tüm örgütle birlikte etkin bir biçimde örgütleyerek “kollektif Lenin”i kendi çapımızda yaratmaktır. Bu zorlu, ama hiç de imkânsız olmayan bir hedeftir; ve bunun başarılması fikir farklılıklarını sağlıklı ve partiye yararlı bir şekilde sonuçlandırmanın birinci koşuludur
PARTİ İÇİ DEVRİMCİ HUKUK
Hukuk konusunun Marksist siyaset pratiğinde sorunlu bir geçmişi vardır ve başka bir yazıda bu ayrıntılı biçimde incelenmiştir (bkz. KOMÜNİST, sayı 15, “Sosyalizm ve Hukuk”, S.Dervişoğlu) Burada ise örgüt yaşantısında hukukun hayati önemine değineceğiz.
“Sosyalist bir iktidar, sınıfı temsil ettiği için ne yapsa haklıdır” anlayışı temelinde kurulan bir hukuk sisteminin yol açtığı yaralara ve çarpıklıklara yeterince değinilmiştir. Bu çarpık anlayışın örgüt yaşantısındaki karşılığı da “çoğunluğu temsil eden Merkez Komitesi’nin her türlü kararı almaya hakkı vardır” yaklaşımıdır. Doğru yaklaşım ise, parti yaşamında çoğunluğun ve azınlığın haklarını ve yapabilecekleri tasarrufların sınırlarını baştan net çizmek ve bu yaklaşımı hep birlikte bir kolektif “varoluş şartları” olarak benimsemektir.
Çoğunluğun hakları ve sınırları nelerdir? Belli bir konuda oluşan çoğunluk eğilimi ve onu somutlaştıran merkez organları, partinin günlük yaşamını yürütme konusunda yetki sahibidir. Ancak, geçmiş deneyler ışığında, yapılmaması gerekenler ise açıkça şunlardır:
-Azınlık görüşünü savunan bir üye, parti kararlarına uyduğu, görevlerini yerine getirdiği sürece, sırf “azınlık görüşünü savundu” diye görevden alınamaz, atılamaz, ya da yıpratılamaz.
-Azınlık görüşlerini savunanların olduğu seçilmiş bir organ, feshedilemez, bu gerekçeyle değiştirilemez.
-Azınlık görüşünü savunanlar, tanımlı parti platformlarında (kongre, konferans) kendi görüşlerini daha etkin savunmak üzere bir araya gelebilir, ortak metin geliştirebilir, kararlar ya da seçilen yöneticiler konusunda ortak tavır geliştirebilir. Bu hizip değildir. Hizip, bu işleyişin parti platformlarının dışına taşarak süreklilik kazanması ve parti MK iradesinin dışında (ve ona eşit) bir irade olarak inşa edilmesidir; bu yüzden kabul edilemez. Kararlar ve organlar netleştikten sonra azınlık mensupları normal, düz üyeler olarak parti yaşantısına geri dönerler.
-Parti görevlerinin verilmesinde azınlık görüşünü savunmuş olanlara “farklı” davranılması, onların sorumluluklardan “uzak” tutulması gibi ötekileştirici davranışlar kabul edilemez. Partiyi savunduğu ve parti kararlarını eksiksiz uyguladığı sürece kimseye ayrı muamele yapılamaz.
Buna karşılık azınlık tarafından da geçmişten devralınan sağlıksız refleksler oluşabilmektedir ve bunlar da aynı çarpıklığın aynadaki ters görüntüsüdür. Şimdiye kadar örgütlerde her azınlık, kendini gelecekteki “daha doğru” ve “daha saf” bir yeni partinin müstakbel MK’sı gibi görme çarpıklığını sergilemiştir. Azınlık görüşünü savunan bir yoldaşa düşen, kararlar bir kere alındıktan sonra bunların uygulamasına katılmak ve bunları savunma olgunluğunu gösterebilmektir. Her iki oluşum için önerilen bu tavırlar, aslında yeni bir örgütsel kültürün, bir kolektif ahlakın parçasıdır; bu kültür ağır ağır ülkemizde de gelişmektedir ve bilince çıkarılıp örgütsel yaşama hâkim kılınması gereken budur.
Azınlık tavrı konusunda tarihsel bir örnek vererek yazımızı bitirelim: “Devleti Koruma Yasasına Ek” adlı filmden alınan ve tarihi gerçeklere dayanan örnek şudur: 1930’larda Bulgaristan Komünist Partisinde çoğunluğu temsil eden merkez, sert ve devrimci şiddeti başa koyan bir politikayı savunuyordu: Faşist teröre karşı direkt devrimci terör uygulama, halka karşı suç işleyen faşistleri tespit edip direkt infaz etme (bu infaz eylemleri bazen bizzat MK üyeleri tarafından yerine getirilmektedir), devrimci şiddeti sosyalist politikanın belirleyici unsuru olarak organize etme. Azınlık görüşü ise, bu eylemler ahlaki açıdan haklı olmakla birlikte bunun partiyi ağır bir yük altına sokacağı, parti kaynaklarını tüketeceği, darbeye açık hale getireceği, kitlesel mücadeleye daha fazla ağırlık verilmesi gerektiği yönündeydi.
O dönemde, Parti merkezi aşırı maceracı bir karar alarak Aleksandr Nevski kilisesinde bütün devlet büyüklerinin toplanacağı bir ayini bombalama ve böylece “toptan temizlik yapma” kararı alır. Eylem başarısızlıkla sonuçlanır ve azgın bir faşist terör ülkeyi sarar. Bu süreçte aralarında MK üyelerinin de bulunduğu bir grup komünist bir evde polis tarafından kuşatılır. Polis hapiste olan ve azınlık yanlısı bir MK üyesini getirterek “Bizi sevmeyebilirsin, ama bu eylemlere karşı olduğunu biliyoruz. Git arkadaşlarını ikna et, bu çılgınlık dursun, boşuna insan ölmesin” der. Azınlık yanlısı üye eve varıp kapı açıldığında içerdeki arkadaşları ona “şimdi de seni mi yolladılar?” anlamında sitemkâr bakışlar yöneltirler. Azınlık üyesinin verdiği cevap ise herkesin tüylerini diken diken eder: “Yoldaşlar, fazla silahınız var mı.? Size katılmaya geldim!”
Bir sosyalist için azınlık tavrı budur. Başka söze de gerek yoktur.