Tarihsel Dönemeç: Türkiye’yi sarsacak yılların eşiğinde
Bu mücadele sadece AKP ile hesaplaşmayı değil, topyekûn 12 Eylülcü rejimle hesaplaşmayı içeriyor. Toplum bilincinin afet olan deprem ve Akşener depremiyle birlikte ileri sıçradığı koşullarda 40 yıllık karanlığı tarihe gömecek, devrimci tarihimizin şanına yaraşır bir mücadeleyi örebiliriz.
Metehan Akman
Tarihin hızlı aktığı, toplumun politik bilinç düzeyinde olağanın dışında sıçramaların yaşandığı bir hareketliliğe şahit olduğumuz günlerden geçiyoruz. Bunun sebebi olarak bir yanda geçtiğimiz ay gerçekleşen yıkıcı depremde devletin oynadığı rol, bir diğer yanda ise merkez siyasetin yeniden tasarlanmasında öncü rol oynamaya hazırlanan Millet İttifakı’ndan (Mİ) İYİ Parti’nin ayrılmasının yarattığı mevcut ve potansiyel sonuçlar var. Yeni bir merkez sağ proje olarak kurgulanan İYİP’in misyonunu tamamlayamadan bu misyonu gerçekleştireceği ortamdan dışlanması Mİ merkezli bir restorasyon projesinin de sağ açısından kadük kalmasına sebep olacakken aynı zamanda halkçı ve radikalleşmeye alan açacak bir politikleşme sürecini tetikleyebilir. Bu yazıda son birkaç ay içinde köşe yazısı olarak dikkatimi çekmiş birkaç yazıyla diyalog hâlinde bu süreci tartışmak istiyorum.
RESTORASYON MÜMKÜN MÜ?
Ağustos ayında yazdığı “Kırılmanın Eşiğinde Restorasyon, Seçimler ve Sol” başlıklı yazıda Cenk Saraçoğlu AKP sonrasında kurulacak bir restorasyon hükümetinin düzeni yeniden kurma, restore etme kapasitesini sorguluyor ve ortada bir restorasyon programının ve yüzeysel bir AKP karşıtlığı dışında Mİ içindeki yapıları bir arada tutan bir ajandanın olmadığı sonucuna varıyor. AKP rejiminin “yapılanması içerisinde Türkiye’de kapitalizmin ideolojik ve siyasi yeniden üretiminin mümkün görünmemesi ve bu durumun eskinin reddiyesine dayalı köklü değişimler içeren bir restorasyonu” gerekli hâle getirdiğini söyledikten sonra bu ihtiyacın düzen sınırları içerisinde karşılanabileceğine dönük şüphelere dikkat çekecek biçimde bu sürece “gündelik siyaseti aşan, ondan özerkleşmiş bir sahadan öncülük edebilecek yönlendirici ve toparlayıcı özne ya da öznelerin olmadığı bir durumda” girdiğimizi de ekliyor. Burada “gündelik siyaseti aşan” alandan kastedilen elbette demokratik siyasetin aktığı mecralar dışında, yani devletin bürokrasisi içinde ve dışarıdan dayatılan bir çözüm reçetesinin (IMF gibi) yokluğu.
Küresel çapta yaşanan krize dünya kapitalizminin başka bir birikim modeline geçmek anlamında bir cevap üretemiyor oluşu Türkiye’deki krizi de reçetesiz kılıyor, bu küresel belirsizliğin bir parçası olarak Türkiye kapitalizmi de gündelik önlemlerle sorunlarına çözüm bulmaya çalışıyor. Bu yapılırken bir yandan AKP’nin istikrarsızlık doğuran ekonomi politikaları “bilimsizlik” sebep gösterilerek “cehalet” ile eleştirilirken Mİ’nin sunduğu programda da muhtemelen Ali Babacan çizgisinin ciddi ölçüde belirleyici olduğu, fakat son tahlilde AKP’nin ekonomi politikalarını çerçeve olarak aşamayacak gibi duran önermeleri (Merkez Bankası’nın bağımsızlığı, kamu harcamalarını kısacak olan “Mali Kural,” emekçiden tahsil edilecek tasarruflar gibi neoliberal önlemler) görüyoruz. Krizin sebebi olan paradigmanın krizi çözemeyeceğini öngörmek pek de zor olmasa gerek.
Düzenin restorasyonu bağlamında iktisadi anlamda yapıyı değiştirmeyecek “yapısal” reformlar öneren bir garip restorasyon programına bir de 20 yıldır ülkeyi neredeyse hiçbir sınırlayıcı baskı görmeden kendi çıkarlarına hizmet eder hâlde elinde tutan Türkiye kapitalizminin yaşadığı rehavet ekleniyor ve onlar toplumun AKP’den kurtulmak için denizdeki yılana bile koşulsuz tutunacağını düşünüyor. Sermayenin bu aşırı özgüveni onu kendisine karşı burnunun dibinde yükselen radikal muhalefet potansiyelini görmemesine değilse de önemsememesine ya da onu kolayca kontrol edebileceğini düşünmesine sebep olurken patronlara hizmet etmenin ötesine geçip yönetenlerin bizzat patron olduğu bir devlet hâline gelmiş olan Türkiye’de sermayeye “ayar verecek” bir devlet aygıtının da varlığından söz edilemiyor. Yani AKP Türkiye’sinde kapitalist devlet, kapitalistlerin uzun vadeli çıkarlarını yeri geldiğinde onlara sopa göstererek koruyacak, ondan özerk ve işlevli bir bürokrasiye sahip değil gibi gözüküyor. Özellikle AKP dönemi semirtilmiş sermayenin rehavet içinde olduğu ve sınıflardan görece özerkleşme ve farklı sermaye kliklerini birleştirme kabiliyetine sahip bir devletin yokluğunun yarattığı koşullarda bu dağınıklığı toparlayacak bütünleştirici bir “devlet aklı” da kendisini gösteremiyor. Cenk Saraçoğlu’nun Mİ hakkında belirttiği gibi, “ortada restorasyonun icracısı olarak belirginleşmiş bir siyasal ittifak, kadro var; ama bu ittifakın yürütücülüğünü üstlenmek istediği restorasyonun ana hatlarını, paradigmasını sunan bir uluslararası güç veya iç bir ‘iktidar bloğu’ (sermaye fraksiyonlarının bütünlüğü anlamında) yok”.
MİLLET İTTİFAKI İLKESİZ Mİ, ROTASIZ MI?
Peki böyle bir ortamda siyaseti belirleyen ne? Bu koşullarda AKP sonrası siyasi olasılıklar tam bir belirsizlik taşır ve yeni hükümetin muhtemelen kısa ömürlü olup yaklaşık iki sene içerisinde yeniden bir seçime gidileceği tahmin edilirken bu koalisyonda ayrılığa uzanan bir çatlak henüz seçim maratonuna dahi girilmemişken ortaya çıktı ve İYİP masadan ayrıldı. Restorasyon projesinin belirsizliğinin belirleyici olduğu durumda İYİP’in, yani aslında güvenlik bürokrasisi ve müteahhitlerin başını çektiği yeni sermayenin kendi tavizsiz siyasetlerinde ısrarcı olmaları ve masanın önderi konumundaki CHP’yi, onun siyasette kapladığı alandan çok daha dar bir alana hapsetmekte ısrarcı olması ipleri koparttı ve masa AKP sonrası merkez sağın toparlayıcılığına soyunan İYİP’in dayatmacı etkisinden kurtuldu.
2015 sonrası savaş siyasetinde bir araya gelen AKP-MHP’nin ortaklığı birtakım MHP seçmenini rahatsız etti ve AKP ile aynı cephede bulunmak istemeyen MHP’liler kendilerini oradan geri çektiler. Buradan “dökülenler” başıboş kalıp politik olarak etkisizleşmesin, bir program etrafında tutulabilsin diye İYİ Parti kuruldu. Mevcut politikadaki misyonu MHP’den düşenler potansiyel olarak CHP’ye gitmeden frenlenmesi ve şimdilik alternatif sağ, gelecekte ise AKP’yi ikame edecek merkez sağ olması, yani Oğuz Oyan’ın tabiriyle “[m]erkez sağın ve milliyetçi sağın ana gövdesini oluşturmak” idi (Millet İttifakı Sonrası). Ancak sosyalist solda kimi zaman burjuva siyasal özneler arası farkları görmezden gelen iddiaların aksine sağın CHP’nin “abiliğine” tabi olması, onun büyüyüp gelişmesi açısından sorun oluşturuyordu. Bunun sebebi CHP’nin radikal bir özne olması değil, yukarıda değinildiği üzere birleştirici bir restorasyon programının yokluğunda genel anlamda aynı sınıfsal zemine basan yapıların dahi akıl ve eylem birliğini oluşturmakta güçlük çekmesi.
İYİP, ittifakın eylemlerinin doğrudan kendisi tarafından belirlenmesini dayattı, ittifak içindeki sağcı unsurları, görünürde MHP’nin radikalliğinden arınmış gözükse de tabanda geleneksel MHP’lileri ve nihayetinde sona ermesi ve dağılmasının ardından AKP’nin bugünkü tabanını kapsayacağını düşündü. Ancak Mİ’nin bizzat CHP öncülüğünde örgütlenmesi ve masanın gerek nicelik gerekse nitelik olarak en büyük partisinin kendisi olması, İYİP’in bir “toplanma merkezi” oluşturmasına sınırlar çizdi ve masa Akşener ve ekibinin ittifaka girerken yürüttükleri muhtemel tahminlerin aksine partilerinin “genişlemesi önünde bir engel oluşturdu” (Oyan Millet İttifakı Sonrası). Müteahhitlerin ve güvenlik bürokrasisinin sözcülüğünü yaparak CHP’yi sıkıştırmaya çalıştıkça CHP Beşli Çete için yaptığı “418 Milyar Dolar” vurgusu gibi daha da halkçı bir söyleme dümen kırarak, aslında halka sığınarak gerici bürokrasinin ayak oyunlarına pabuç bırakmayacağını gösterdi. Kılıçdaroğlu’nun adaylığı tartışmasında İYİP kanadının verdiği taviz en fazla Mansur Yavaş olmuyorsa Ekrem İmamoğlu’nun adaylığına destek vermek iken CHP’den ve aslında onun tabanı ve onun aracılığıyla iletişim kurulan Kürt Halkı’ndan beklenen taviz devletin anahtarının son 20 yılın suçlularından hesap sormamayı garanti eden “Meral Anne”nin ellerine teslim edilmesiydi. Bu koşullarda, Oğuz Oyan’ın belirttiği biçimiyle “‘Millet İttifakı’ olarak tanımlanan ilkesiz ittifakın” dağılma potansiyelinin sebebini burjuva siyasetinin ayrılmaz parçası olan pragmatizmden ileri gelen bir ilkesizlik olarak değil, birleştirici restorasyon reçetesinin olmadığı bir durumda bir tarafta toplumsal gelişmeyi, kalkınmayı ve refahı da denkleme sokan bir burjuva vizyon ile sermayenin en gerici kesimleriyle bir problem yaşamayan bir programatik zeminin çatışması olarak okumak sanırım daha doğru olacaktır. Aslında yine Oğuz Oyan’a atıf yapılacak olursak, Türkiye’de sermayenin “inşaatçı kolunun, kısmen dahi ‘hesap soran’ bir siyaset tarzını tehlikeli bulduğu ve bulacağı bir kez daha anlaşılmış bulunuyor”.
DEVRİMCİ FİKİRLER TOPLUMU SARABİLİR Mİ?
Kılıçdaroğlu’nun halkçılığa yönelen çizgisi ve HDP’nin başkanlık çıkışı sonrası Mİ içine doğru gerçekleştirdiği müdahale, İYİP cephesinde bir panik yarattı ve bu panik özellikle depremle geçirdiğimiz son bir ayda AKP rejimine köklü bir zarar vermemeyi önceleyen ahlaksızlığa karşı Kılıçdaroğlu’nun muhalefetin rakipsiz önderi pozisyonuna gelmesiyle birlikte zamansız bir restleşmeyi ortaya çıkarttı. İYİP bağımsız bir tabanının olduğunu düşündü, seçmenlerinin çoğunun kıyı bölgelerdeki görece sağ eğilimli CHP’lilerin emaneti olduğunu unuttu ve sonucunda Mİ’ye muhtemelen pek de zarar veremeden ayrılıp ortada kaldı. AKP sonrası Türkiye’de edilecek kavgaların tarihi öne çekildi, HDP ile Kürtlerin ve sosyalistler aracılığıyla diğer emekçi halk kesimlerinin de özne olarak içinde bulunduğu bir hesaplaşma Türkiyeli devrimcilerin lehine sonuçlar doğurabilecek biçimde seçim öncesine denk geldi.
Bu noktada, Kemal Okuyan Akşener’in masadan ayrılmasını bir proje olarak okuyor, emperyalizmin kurumlarının mevcut iktidara “‘Siz yönetemiyorsunuz bizim size yardım etmemiz gerek’ mesajı” verdiğini iddia ediyor ve ekliyor, “Erdoğan karşıtlığı, AKP karşıtlığı bir tarafta... Bütün bunların dışında hep söylediğimiz ilkelerimiz var, o masaya baktığımızda bize dair bir şey görmüyoruz”. Hâlbuki Mİ’nin bölünmüşlüğüne bakıp gerek Türk gerek uluslararası sermaye gruplarına Erdoğan rest çekip, “Sizi en iyi ben korurum,” diyecek pozisyona geldi. Yani dışarıdan bir elin Erdoğan’ı sınırlayıp yola devam edebileceği fikri sinik ve devrimci müdahaleyi dışlayan bir seyircilikten başka bir anlama gelmiyor. İYİP’in kalktığı masaya oturmak elbette ki sosyalistler açısından düşünülemeyecek bir durum. Ancak açık cepheleşmenin “hesaplaşmaya-helalleşme” üzerinden şekillendiği bir durumda sosyalistler buraya müdahale edebilir, kendi stratejileriyle zaten halkçılığa alabildiğine alan açan bir noktada mevcut talepleri bir program etrafında radikalleştirebilir, kısacası CHP’nin veya HDP’nin ardına yedeklenmeden de kendi bağımsız stratejik hattında siyaset yapabilir. Çünkü mevcut koşullarda belki de Türkiye tarihinde ilk defa sağ bölünme, sol birleşme/ortaklaşma eğiliminde. Bu ortaklaşmayı stratejik hâle getirmek, HDP alerjisine pabuç bırakmadan Türk ve Kürt emekçilerin birliğini sağlayacak zemin olarak görmek, bir tür demokrasi cephesine aktarmak ve radikal bir mücadeleyi tüm toplumu saran bir biçimde vermek ülkemizi sarsacak yılları, her devrimcinin özlemini bize getirebilir.
Masanın dağılma zemini ilkesizlikten ziyade çatışan ilkeler ya da çekilen kırmızı çizgiler demiştik. Bu çizgilerin topluma dönük politikalar söz konusu olduğunda en can alıcı kısmı tabii ki Kürt Sorunu. Murat Sevinç, Duvar’daki “Bir Türkiye Masalı: Darbeler Hukukuyla Sarmaş Dolaş Demokratlar” başlıklı yazısında Türkiye’de sivil aktörlerin hâlâ 12 Eylül anayasasına halel getirmeyecek sınırlarda siyaset yapmasıyla ilgili şöyle yazıyor, “12 Eylül hukukunun ve yönetim zihniyetinin hâlâ bu denli zinde oluşunun bir gerekçesi hukukun sermaye lehine niteliği ise, bir diğeri Kürt sorunu”. Bu bakış, tartışmayı AKP odaklı olmaktan çıkartıp 12 Eylülcü rejimler çerçevesine oturtuyor. AKP-MHP nasıl ki Kürtlere, komünistlere ve demokratlara tekil bir örnek olarak saldırmıyorsa İYİP de bir inat sebebiyle bu çizgiyi benimsemiyor. Nihayetinde mevcut iktidar ile ona yeri geldiğinde radikalliği kimseye kaptırmayacak bir dille “kavga edenler” Türkiye’nin demokratikleşmesi söz konusu olduğunda aynılaşıyor ve politik tercihleri söz konusu olduğunda bugün gördüğümüz üzere aynı cepheye doğru akıyorlar. O zaman günümüzde Mİ içindeki tartışmalara, HDP ile Mİ arasındaki ilişkinin koşullarına ve sosyalistlerin burada yürüdükleri politik hatta baktığımızda aslında AKP ile helalleşmek yerine hesaplaşmak isteyenlerin kavgası bir siyasi parti olarak AKP’yi aşıyor ve bir rejime karşı bir kavga hâline geliyor. O zaman Saray Rejimi olarak adlandırdığımız bu rejim 12 Eylül’ün en tutarlı ve en radikal mantıksal sonucu olarak görünüyor. Ve yine o zaman AKP’ye karşı halkçı bir demokrasi mücadelesi vermek 12 Eylülcü rejimle mücadeleden başka bir anlam taşımıyor. Çünkü Türkiye kapitalizmi, Türkiye kapitalizmine rağmen Türkiye kapitalizmi için çabalayan CHP’yi dahi kaldırılamayacak bir ağırlık olarak görüyor. Halkçı, sosyalist bir çizgide verilecek bir demokrasi mücadelesi Türkiye’de rejime karşı verilecek devrimci mücadelenin halklaşmasının anahtarını bize sunuyor çünkü demokrasi mücadelesi Türkiye koşullarında devrimcilerden başkasının öncülüğünü kabul etmiyor.
Cenk Saraçoğlu yukarıda atıf yapılan yazısında restorasyon döneminin belirsizliğinde sosyalistlerin boşluğu dolduracak stratejiyi geliştirebileceğini belirtiyordu. Oğuz Oyan ise AKP’nin zaten geçtiğimiz yirmi yılda Türk sağının tüm eğilimlerini kendisinde birleştirdiğinin altını çizerek bu restleşmenin sonucunun “belki de Türkiye’de artık bir merkez-sağ siyasete yer bulunmadığını da kanıtlamış” olacağına dikkat çekiyordu. Yani, önümüzde Türkiye tarihinde görülmemiş bir gerçekliği ortaya çıkartabileceğimiz koşullar mevcut. İYİP çizgisini korkutan, Saraçoğlu’nun deyimiyle “siyaset dışı sahadan belirlenmemiş bir restorasyon sürecinin” halk desteğiyle yürütülmesi, yani bir kez bilinçle harekete geçmiş toplumun radikalleşme eğilimine girme potansiyeliydi. Siyaset dışı saha ise bürokrasi ve sermaye örgütleri. Ana akım muhalefet içinde Kılıçdaroğlu siyaset yaparak ve halka inerek siyaset yapacağını beyan etmiş oldu. Ayak kaydırmada sağcılarla yarışamayacak olsak da devrimciler olarak siyaset sahasında sağcılardan çok daha iyi iş çıkarttığımız ise bir gerçek. O zaman “merkez-sağ siyasete yer [bulunamayan]” bir siyaset ortamında programımızı örgütleyebileceğimiz bir karşıt cephenin örgütlenmesinde öncü rol almamız mümkün ve hatta devrimci bir görev olarak önümüzde duruyor çünkü en radikal faşistlere karşı mücadeleyi örgütleme sorumluluğu da en radikal antifaşistlerin üstüne düşüyor.
Bir kez halkı özne kılan siyaset halkın radikalleşmesine de olanak tanıyacaktır. Bu koşullarda “bağımsızlık kompleksi”ne girmeden ama bağımsız örgütlerimizle birlikte, devrimci demokratik talepleri ortaya koyarak geniş katılımlı bir halk cephesinde bulunmamız devrimci mücadeleyi toplumsallaştırabilir. Cenk Saraçoğlu’nun yazısında muğlak olan sosyalist strateji, bugün AKP rejiminin suçlularından hesap soracak, Kürt Sorunu’nda demokratikleşmeyi merkeze alacak ve emek yanlısı düzenlemeleri dayatacak bir cephenin öncü ve örgütleyici unsuru olmayı gerektiriyor. Bu mücadele sadece AKP ile hesaplaşmayı değil, topyekûn 12 Eylülcü rejimle hesaplaşmayı içeriyor. Toplum bilincinin afet olan deprem ve Akşener depremiyle birlikte ileri sıçradığı koşullarda 40 yıllık karanlığı tarihe gömecek, devrimci tarihimizin şanına yaraşır bir mücadeleyi örebiliriz. Devlete, güvenlik bürokrasisinde maşa olarak kalması gereken pislikleri saraylardaki sofralara oturtarak kendi varlık koşullarını dinamitledi. Bunu yaparken Türkiye halklarına yaşattıklarının bedelini ona ödetebiliriz.
https://www.diken.com.tr/bir-turkiye-masali-darbeler-hukukuyla-sarmas-dolas-demokratlar/
https://www.gazeteduvar.com.tr/kirilmanin-esiginde-restorasyon-secimler-ve-sol-makale-1579214