Toplum, halk, örgüt: Kırık zinciri aramak
Siyasi başarıların peşinde koşarken kökümüzü halkımızın içinde sağlam hale getirelim. Önce eşit olalım, sonra eşit hale getirelim. “Bu yüzyılı da insanlığın lehine, kısa süren bir yüzyıla çevirelim.”
Mustafa Kocatürk
“Anlam verilemeyen bir tarih, değiştirmeye de değmez.”
Bu sözü, hepimizin tanıdığı bilge bir adam sarf etmişti. Onun hatırası ve mirasıyla içinde yaşadığımız tarihin, tarihin dönüştürdüğü toplumun, toplumun yarattığı bireyin ve bireyin kendi siyasetinin peşinden koşmak artık tarihin bu sayfasında bizim önümüze kalan bir görev.
Toplumu ele alırken içine en sık düştüğümüz hata, toplumda gördüğümüz şeylerin siyaseten bir çıktısı olmuyormuş gibi düşünmek. Toplumun gündelik hisleri ve histerileriyle siyaseti, siyasetle de toplumu birbirilerinden ayrı var olabilirlermiş gibi ele almak. Aslında siyaseten gördüğümüz her hastalığın izlerini toplumda, toplumda gördüğümüz her sıkıntının yansımasını da siyasette aramamız gerekiyor.
Türkiyeli sosyalistler olarak son 40 yıldır gözlemlemek ve tecrübe etmek zorunda kaldığımız sorun ise faşizmin yavaşlamadan yükselişi. Yıllardan bu yana Türkiye siyasetinde birçok konjonktür değişse de neredeyse değişmeyen tek şey, milliyetçi politikaların merkeze yerleşmesinin süreğenliği ve bu süreğenlik devam ettikçe de daha da faşizan çizgiye kayması oldu.
Tabii ki Türkiye, dünyanın geri kalanından azade; tamamıyla ayrı bir yer değil. Buna benzer eğilimler Merkez Batı’da da gözleniyor. Trump, le Pen gibi figürler hâlâ “Batı kurumsallığı” içinde dizginlenebiliyor olsa da aynı Batı’nın, çeperi olan Macaristan, Polonya, Türkiye, Güney Kore, İsrail, Sırbistan gibi ülkelerde yarattığı yeni faşizm anlayışı önce devletleri, sonra toplumları çoktan dönüştürdü bile.
Bu toplumsal dönüşümlerin izini siyasette, siyasi dönüşümlerin izini de toplumda arayamaz mıyız? Bu arayış, Sherlock Holmes’ün kült hikayesi “Reichenbach Düşüşü”ndeki ayak izlerini anımsatıyor. Bazı yerlerde ayak izleri ters gidiyor, bir yerinde iki kişi var, bir yerde izler kesiliyor ve yeniden başlıyor. Ancak yaşadığımız toplumu ve tarihi anlamlı, dolayısıyla değiştirmeye değer kılmak için bu kaçmamamız gereken bir çaba.
***
Birey olan insanın toplumla olan ayrıksı bağının bir büyüsü vardır. İnsan kendine nasıl bakarsa, topluma da aynı aynadan bakar. Kendini, nerede görmek istiyorsa oraya doğru iter ancak toplumun geri kalanıyla yarattığı açının da farkındadır. Bu ağırlık bir çekim, o çekim de bir kayma yaratır. Siyaset dediğimiz şey de aslında toplumun, tek tek kişilerin hareketleriyle beraber savrulmasını anlama, düzenleme ve “kendince” iyi olana doğru kanalize etme işidir.
Bu yazıyı yazarken 25 yaşında olduğum için sadece son 10 yıldır etrafıma baktığımda anlamlandırmaya çalıştığım toplumun da en büyük karakteri ayrılaşma. Bunu bir klasik “modern bireyselcileşen toplum” eleştiri perspektifini tekrar etmek için anlatmıyorum ancak bu klişeleşmiş eleştirinin de haklılığının üzerinden atlamamak gerekiyor.
Ben hatta bu eleştiriyi bir adım ileri götürmek istiyorum. Toplumdaki bireyler, bireyselleşmiyor; doğrudan şirketleşiyorlar. Herkes kendine bir “asset” değeri olarak rol biçiyor. İnsanların sahip olduğu her şey bir statü göstereni, her statü göstereni de sosyopolitik bir hatta dönüşüyor.
“Otobüste deodorant sıkan ülkenin son kaleleri”, “Scooter’a binen ama iki kişi binmeyen parlak çocuklar” gibi anlamsız aidiyetler suratımıza çarpan duvarlara dönüşüyor.
Bu aidiyetler aslında içlerinde dönüştürücü bir töz barındırıyor. İnsanı toplumdan uzaklaştırırken kendine toplumun bütününden ayrı bir toplum yaratıyor. Politik olmayanı politikleştiriyor. Yeni bir siyaset çerçevesi çiziyor ve bu çerçevenin içini dolduruyor. İleri’de çıkan ilk yazımda bu travmanın yanlış-politik tarafını ele almıştım. Yazıda özetle altını çizdiğim konu, yaratılan sahte düşmanların “düzenin kendini ezdiğiyle koruma” becerisinin en büyük benzini olduğuydu. Ancak böyle bir hedef saptırmaya toplumlar korunmasız olduğu için düşüyor değil. Hepimizin içine vesvese veren bir mekanizma da eş zamanlı olarak bizi, etrafımıza kapitalistçe bakmaya zorluyor.
***
Düzenin kendini koruması için yapması gereken ilk şey insanların birbirleriyle eşit olabileceği düşüncesini yıkmak. Çünkü insanlar birbirleriyle “yatay” ilişkiler kurabildikçe eşitlenebilirler. Eşitlenebildikçe birbirlerine güvenirler. Birbirlerine güvendikçe birleşirler, örgütlenirler ve toplum faydası için bir şeyleri değiştirmek için uğraşırlar.
Düzen bu zinciri en sonunda bozmak konusunda da tereddüt etmez. Etmemiştir de. 20. yüzyıl, düzenin birbirleri için mücadele eden insanlarla olan kanlı savaşlarının yüzyılıdır. Düzenin kazandığı da kaybettiği de örnekler olmuştur. Ancak düzen işler son raddeye geldiğinde kazansa da kaybetmiştir. Birbirleri ve toplum için hayatı değiştirmeye çalışırken öldürülen devrimciler artık insanlığın vicdanına miras ve kendilerinden sonrakilere de hafızadır. O yüzden düzenin saldırdığı ilk nokta, birlikte ve birbiri için yaşama iradesi gösteren toplumun örüldüğü ilk ilmektir artık: İnsanların birbirleriyle “eşit ilişkiler” kurma fikrini ortadan kaldırmak. Bunun yolu da insanları birbirleriyle rakip olduğu ilişki şekillerine sıkıştırmak ve bu alanı genişletmekten geçiyor. Bu toplumda içindeki hiçbir öznenin içinden kaçamayacağı bir girdap haline geliyor hiçbir mukavemetle karşılaşmadığı için.
Birbirimize farklı gözlerle bakıyoruz. Kendimizi bir şirket gibi yönetiyoruz. Yaptığımız her şey “asset” değeri taşıyor. Okuduğumuz kitapları daha çok bilmek, kurduğumuz arkadaşlıkları kendimize müttefik edinmek, yaptığımız sporları daha iyi gözükmek için yapıyor; her yaptığımız hareketle “Monopoly” oyununu yeniden üretiyoruz. Hem çevreye hem kendimize karşı…
Bu toplumla olan güven bağımızı da bozuyor ve kendimizi daha savunmasız hissediyoruz. Daha yalnızlaşıyoruz. E haliyle daha çok da korkuyoruz. Bu da toplumda yeni sahte sınıflar görmemize sebep oluyor. Gym-brolar, metrobüste deodorant sıkanlar, Euphoria izlemenin erdemine erişenler…
***
Garip bir yolda ayak izleri aradığımızı söylemiştim. Peki bu yanındaki “insandan korkma hali”nin siyaseten yansıması nerede? Bir şovenizmi desteklediği ve yeniden ürettiği açık. Sadece burada mı kalıyor? Siyaseten sağcılaşmanın bizim hayatlarımıza hiçbir etkisi olmuyor mu? Bizim siyasetimizi değiştirmiyor mu? Kendimize dönüp cevabını verme sorumluluğunda olduğumuz sorular bunlar.
Geçtiğimiz günlerde yine İleri’de Sinan Dervişoğlu imzasıyla çıkmış olan “Temel İhtiyacımız: Örgütçülük” yazısının başlattığı tartışmayı ileri götürmemiz gereken nokta tam olarak burası. Çok doğru örgütsel tespitleri içinde barındıran o yazıyı hem çok besleyici, hem de bu yazının buradan geri kalanıyla bağlantılı olduğu için okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum.
Burada Sinan Yoldaş’ın yazısından da hareketle yeni bir tartışma açmak gerekiyor: Toplumdaki eğilip bükülmeler bizim de birbirimize ve örgütümüze olan bakışımızı değiştirmiyor mu? Sonuçta biz de bu toplumun parçasıyız, aynı duygusal materyalleri tüketiyor ve onlara reaksiyon veriyoruz. Evet lümpen değiliz, ancak buna bizi koruyan çelikten bir kalkan gibi mi yoksa bizim korumamız gereken porselenden bir kase gibi mi bakmamız gerekir?
Örgütçülüğün tözü, insanların kolektif bir şekilde kazanım elde edebilmesi fikrinden gelir. Seninle aynı dünya hayaliyle çabalayan insanların yoluna ortak olup, onlarla beraber yürümeye başlayarak yoldaş olursun. Bu, düzene karşı bir hücum pozisyonudur. Almanca ya da Fransızca, hücum marşı hangi dille söylenirse söylensin.
Ancak biz de kendimizde eksik olanları filmin daha başlarında aramalıyız. Toplumla aynı dünyaya, aynı filtrelerle bakmaya zorunda olan insanlarız. Bizim kendimize olan bakışımız da mecburen diğerlerinin tuttuğu cetvelden aldığımız sonucun üzerinden şekilleniyor. Ya o cetvelin makul sınırları içinde olmadığımız ya da burayı o cetvelin sınırları içinde görmediğimiz için buradayız.
Evet, karakteri örgütçü olan bir örgüt çıkarmak zorundayız. Ancak evvela toprağı verimsizleştiren çiyanlardan kurtularak…
Ve yine bir adım geri çekilerek çiyanları tanımaktan işe başlamak gerekiyor. Bu, tüm dünyada gözlenen, bize benzer ülkelerde bize daha yakın şeklinde gözlenen bir hastalık ancak yine de yaşadığımız semptomun bize özgü bir karakteri var: Bu özel karakterin bir numaralı yaratıcısı da 20 yıldır içinde yaşıyor olduğumuz AKP iktidarı. AKP iktidarı, devleti ele geçirme yolunda kendine bir nirengi noktası belirlemek zorundaydı. Belirlediği ilk ve en kuvvetli nokta da iktidarı daha ele almadan (kastedilen nokta Tayyip Erdoğan’ın siyasi yasakla vekil seçilememe olayıdır) bile her sıkıştığında işaret ettiği sandıktır. Sandık, demokrasi için çok güzel bir illüzyon aracıdır. Demokrasilerde olması gereken sorumluluk ilişkisini tersten kurar.
Yönetimin o anlığına belirsizliğinin illüzyonu, adeta bir Schrödinger paradoksu yaratır. Seçim vardır, kazananı da seçimlerden çok önceden beridir bellidir. Bireylere hapsedilmiş toplumda hiçbir tekil iradenin bu gerçeğin önüne geçme gücü yoktur. Ancak sandığın bir şeyleri değiştirme aracı olarak gösterilmesi hem bu güçsüzlüğü üretirken hem de herkesi suçuna ortak eder.
Bu da toplumun Türkiye’ye has bir şekilde yarılmasının ilk kırığıdır. Sandık-merkezci siyaset anlayışı, gücü toplumun elinden alırken sorumluluğu da toplumun üzerine yıkar. Sandık yoluyla bir şeyleri değiştirmek isteyenlerin perspektifinden; Leonidas’ın Xerxes’e fırlatacağı mızrağın önüne yeni engeller koyar. Sonuçta sen, kendi başına koca Pers Ordusu’na direnmeye çalışan birisindir ve elinden de anca umutsuz bir fırlatış gelir.
Bu umutsuzluk hali yarığı büyütür. Kişi ve halkın kendisi arasında bir açı oluşturur. Artık elinde bir senin de parçan olduğun bir halk vardır, bir de bunların sorumlusu olan halk. (ya da bu ikilem “senin parçan olduğun ve sana karşı mücadele edenler olarak kurulur.) Düzen, en ölümcül silahını yine çeker ve kendini ezdiklerinin didişmesiyle savunur.
Bu yaratılan açıyı kapatmamak üzere toplumun DNA’sına işlemenin de çeşitli yollarını gördük Türkiye’de. Merkez medyanın tümden ele geçirilmesi ve merkez dışı medyanın da sürekli baskılanması, güven duygusunu doğrudan ortadan kaldıran tasfiye ve kadrolaşmalar taktik olarak süreğenleşen olaylar haline geldiler. Ancak devletleşen AKP’yi anlatabilecek üç farklı yolun altını çizebiliriz.
İlk süreç, geç 2000’li yılların moda sözcüğüyle özetlenebilir: Kutuplaşma. Devlet içinde kendi gücüne karşı mukavemet gören AKP’nin elindeki kaynağı ülke içinden gelen tek gücü sağ popülist söylemlerle gerilmiş halk kitleleriydi. “Kazanımlar” sık frekanslarla tekrarlanan siyasi kavramların arasına girmişti. Halk, cidden meydanlarda görülebilecek şekilde ayrıştırılmıştı. Bu da yeni bir sahte sınıf yarattı. Asgari ücretten daha aza çalıştırılmaya zorlanan seküler bir dersane öğretmeninin, kendini resmi bayramlarda Mustafa Kemal reklamı yapan Sabancılarla aynı ancak sokakta AKP’li olduğundan şüphe ettiği insanlarla farklı sınıfta gördüğü bir sahte sınıf. Ve ayna tarafından tam tersi.
Zaman nehri akar, hiçbir değişim de olduğu gibi kalmaz. Nehrin başlattığı ikincil süreç; bu anlamsız kutuplaşmanın sonunda, insanların sorunlarını siyaset alanından tasfiye eden bir liberalizm yarattı. O, liberalizm de doğal olarak bir kariyerizm. “Bu ülkenin insanından da bu ülkeden de bir şey olmaz abi” diye başlayan beyin fırtınaları “Kendimi kurtarayım da önce…” düşüncesiyle bitti. -Burada sosyalist solun kendine çuvaldız batırması gereken çok nokta olsa da o başka bir yazının konusu-
Sonuç olarak sosyalizmin tasfiye edildiği bir içi boş siyaset alanı toplumu ciddi bir kısmını birbiri için düşünmekten uzaklaştırdı. Toplumdan uzaklaşan insan kendi faydasını gözetmeye, kendi faydasını gözeten insan kendi varlığına tapınmaya ve kendi varlığına tapınan insanlar da olmayan sosyo-politik konumlar içinde konuşlanmaya başladı. Yazının buraya kadar olan kısmında altını defalarca çizdiğim gibi.
Birbirinden tiksinen, tiksinmese de her türlü şartta önce kendi kariyerinin ve konforunun peşinde olan topluma neye razı etmek daha kolaydır? Birçok cevabı var ancak Türkiye deneyimindeki cevabımız “devlet şiddeti” oldu. AKP, bunu devleti ele geçirirken de elinde tutarken de tereddüt etmeden kullandı.
Devletin, karşısında olanlara karşı ürettiği süreğen şiddet devletin hem silahı hem propagandası haline geldi. Şiddeti kanıksatmak için yeni korkular teorize edildi. Yeni korkular teorize edildikçe şiddet katmerlendi. Şiddet, faşizmin kapılarını açtı. Faşizm, sermayenin istediği gibi at koşturabileceği bir ortam yarattı.
Türkiye neo-liberal faşizminin siyaset ve toplum inşası, bu üç sürecin arkasından, kısaca böyle yaratıldı.
***
Peki teybi nereden geri sarmaya başlayacağız?
En sondan başlamak, yani faşizmi tasfiye etmeyi öncelikli hedef haline getirmek doğru bir tercih olmaz. Öncelikle tüm dünyada sosyalist hareket, bazı coğrafyaları çıkarırsak, neoliberal faşizmle onun dilinden konuşabilecek imkanlara sahip değil. Gerek propaganda imkanları gerek de savaş teknolojileri açısından.
İkincil olarak da; bu, tarihsel olarak da, sosyalist hareketlerin asıl odaklarını unutmasına neden olacak kadar büyük bir odaklanma isteyen bir mücadele. Yeni bir hayat kurmanın yolunda yürürken kendimizi düşmanlarımızla tanımlayamayız. Bu, bizi hem ideolojik eksende savuracak hem de siyasi manipülasyonlara açık hale getirecektir.
Bu süreci tersine işletebilecek tek güç: halkımız ve halkçılığımız. Politik zaferlerden önce yeni bir topluluğun kapılarını aralamalıyız: Birbirimizle eşit olduğumuz, birbirimizi eşit gördüğümüz ve birbirimiz için uğraştığımız... Bu topluluğu, yeni bir toplum yaratma hedefiyle örgütlemeliyiz: Halkımızla eşit olmalıyız, kendimizi halkımızla eşit görmeliyiz ve halkımız için uğraşmalıyız.
Bu yüzden, gücümüzün geldiği yere sarılalım; Siyasi başarıların peşinde koşarken kökümüzü halkımızın içinde sağlam hale getirelim. Önce eşit olalım, sonra eşit hale getirelim. “Bu yüzyılı da insanlığın lehine, kısa süren bir yüzyıla çevirelim.”
“Selam dünyanın ve Türkiye’nin aydınlık geleceğine. Yaşasın devrim, yaşasın sosyalizm.”