Türkiye’de kitle örgütleri ve sosyalistler
Sosyalistlerin kendilerinin konuşup kendilerinin dinlediği bir örgüt, kitle örgütü olmaktan çıkıp bir “solcu emekçiler kulübü” olmaya mahkûmdur; bunun da hem demokratik hem de sosyalist mücadele açısından herhangi bir değeri yoktur.
Sinan Dervişoğlu
Geçtiğimiz günlerde kutladığımız 1 Mayıs, gene hepimize umut verdi, Saray’ın saldırılarına karşı Gezi’yi ve tüm demokratik haklarımızı savunma konusundaki kararlılığımızı yeniden ortaya koydu. Ancak bu 1 Mayıs, uzun zamandır sürmekte olan bir sorunun vardığı nihai ve kabul edilemez resmi de ortaya koydu: Kitle ve mesleki örgütlerin zaafları ve tabanlarını harekete geçirmedeki zayıflıkları! Sol siyasi parti ve dernekler, onlardan çok daha kalabalık olması gereken sendika ve kitle örgütlerinden daha kitlesel katılımlar sağladılar; buna karşılık yüzbinleri kendi bünyelerinde barındıran DİSK, KESK, TMMOB, TTB vs. utanç verici seviyede cılız olan bir katılımı aşamadılar. Bu resim tüm ülkedeki ilerici ve sosyalist hareketin ciddi sorunudur ve tek tek siyasi örgütlerin güçlenmesiyle telafi edilemeyecek bir zaafa işaret etmektedir.
Bu resmi “devletin baskıları”, “12 Eylül’ün ölü toprağı” gibi gerekçelerle izah etmenin imkanı yoktur, zira bu gerekçeler geçerli olsalardı sosyalist örgütlenmelerin bu denli kitlesel katılımını açıklamak mümkün olamazdı. Öte yandan bu sorun epeydir devam eden bir zaafın, gevşemenin, örgütsel acizliğin vardığı son noktadır. Gerçekten de son 5 yıldır Taksim veya Tünel’de “basın açıklaması” adına bir araya gelen bu büyük harfli örgütler, bu eylemlerde neredeyse isimlerinde toplam harf sayısı kadar üyeyi ancak bir araya getirebilmekte, sadece “açıklama yapan” birer tabela ya da pankart seviyesine indirgenme noktasına doğru hızla gitmektedir. Bu durum tüm demokrasi mücadelesi açısından çalan alarm çanlarıdır ve bu konuda yoğunlaşmayı zorunlu kılmaktadır.
SOSYALİST TEORİ VE PRATİKTE KİTLE ÖRGÜTLERİ
Önce teoriden başlayalım. Stalin “Leninizmin İlkeleri” adlı eserinde kitle örgütlerini “Partinin iletişim kayışları” olarak nitelendirir; onları partinin karar ve iradesini kitlelere aktarmanın birer enstrümanı olarak tanımlar. Dahası bu tanım, uzun süre uluslararası komünist harekette etkili olmuş, kitle örgütlerine karşı takınılan tavrın ilkesel temelini teşkil etmiştir. Stalin bu tanımıyla elbette ki kitle örgütlerinin “partinin yan birimleri”, veya “ona direkt tabi organlar” olduğunu söylememiştir. Gene de Stalin’in tarihsel kimliğine olan saygımız ne olursa olsun, bu tanımın bir açıdan dar ve tek yönlü bir tavır olduğunu bugün tespit etmek durumundayız. Kitle örgütleri (bağımsız olmakla birlikte) siyasi öznenin emrinde pasif birer iletişim kayışı değil, hem demokratik, hem de sosyalist siyasetin aktif, bilinçli, ve canlı özneleri olarak görülmelidir. Sosyalist bir toplumda bu örgütler, devletin ve iktidardaki partinin tasarruflarına karşı emekçileri korumak, iktidarı dengelemek, ona tabanın özlem ve taleplerini iletmek ve bu konuda ısrarcı olmak zorunda olan canlı öznelerdir. Bugün örneğin Küba’da, KP Merkez Komitesi hazırladığı kongre raporunun taslağını önce kitle örgütlerine (yani kendi dışındaki örgütlere!) yollamakta, onların görüş ve önerilerini aldıktan sonra son şeklini verip kongreye sunmaktadır. Sosyalist bir toplumda kitle örgütleri, sosyalist siyasetin parti ve devlet dışındaki üretim noktalarından biridir, öyle olmak zorundadır.
Kapitalist bir toplumda ise kitle örgütleri, sosyalistlerin sosyalist olmayan emekçilerle (sosyal-demokrat, merkezci, ve sağ eğilimli) üye tabanlarıyla buluştuğu, sosyalistlerin kendi dışlarındaki emekçi kitlesi ile temas ettikleri, onlara “elinin değdiği”, onları ortak hedefler doğrultusunda adım adım ilerici siyasete çektiği ve harekete geçirdiği mücadele zeminleridir. Bir kitle örgütü, ancak bu olanağı canlı tuttuğu ve etkileşime açık bir zemin sunduğu takdirde anlamlı birer mevzidir. Sosyalistlerin kendilerinin konuşup kendilerinin dinlediği bir örgüt, kitle örgütü olmaktan çıkıp bir “solcu emekçiler kulübü” olmaya mahkûmdur; bunun da hem demokratik hem de sosyalist mücadele açısından herhangi bir değeri yoktur.
Pratiğe geçelim: Sosyalistlerin güçlü ve işlevli kitle örgütlerinde mevzi kazanması ve etkin olması, bir bütün olarak sosyalist siyaset açısından hayati önemdedir. Burada biri olumlu, diğer olumsuz iki örneğe değinelim. Olumsuz örnek, 1930’ların Almanya’sıdır. Bilindiği gibi hem üye sayısı hem de seçmen tabanı olarak oldukça güçlü olan Almanya Komünist Partisi (KPD) faşizmin yükselişi karşısında yenik düşmüştür. Burada elbette izlenen sekter politikaların, sosyal demokratlarla ortak cephe kurulamamasının etkisi belirleyicidir; ve gene elbette bu başarısızlık sadece KP’nin değil, son derece gerici politikalar izleyen sosyal-demokrat (SPD) yöneticilerinin sırtındadır. Biz ise burada bu başarısızlıkta belirleyici olan örgütsel bir zaafa dikkat çekmek istiyoruz: KPD, %20’lere ulaşan seçmen kitlesi ve yüzbinler mertebesindeki üye tabanına rağmen hiçbir sendikal güce sahip değildi! Alman işçilerini birleştiren Alman Sendikalar birliği (DGB) o zaman (ve hala!) sosyal demokratların kontrolündeydi ve KPD, buna karşı sadece “Devrimci Sendika Muhalefeti (RGO)” adlı bir çabayla adım atmaya çalıştı. Parti bu haliyle işsizlerin, işten atılıp kara listeye alına emekçilerin, deklase unsurların sayısının arttığı bir üye profiline doğru giderken Alman işçi sınıfının üretimden gelen gücünü faşizme karşı kullanabilecek hiçbir güçlü örgütsel manivelaya sahip olamamakla kalmadı, aynı zamanda sendikal yapıdaki marjinalliği, onu sosyal demokrat emekçilerle diyalog kurma ve onları partilerinin gerici yönetimine rağmen harekete geçirme olanağından yoksun bıraktı. Sosyal demokrat emekçilerle kurduğu yegâne “diyalog” dışardan yapılan keskin eleştirilerle sınırla kaldı; bu da sosyal demokrat emekçilerin kulaklarını “bildik komünist suçlamalara” tıkamalarından başka sonuç vermedi.
Olumlu örnek ise aynı dönemin Fransa’sıdır. 1922’de (şimdi komünistlerin, ama o zamanlar sosyal demokratların kontrolündeki) CGT’den kopan anarşistler ve komünistler CGTU konfederasyonunu kurdular. Güç olarak CGT’nin gerisinde olmasına rağmen her zaman komünistler sendikal harekette bir köprü başını tuttular ve ellerindeki bu enstrüman ile, burjuvazinin baskıları ve faşizmin yükselmesi karşısında sosyal demokrat tabanla ortak eylem için etkili bir zemine sahip oldular. Sendikaların eylem birliği, komünist ve sosyal demokrat siyasetlerin sınıfın birliği temelinde bir araya gelmeleri için bir platform oluşturdu ve bu iki siyasetin anti-faşist ittifak temelinde oluşturduğu Halk Cephesi hükümete geçtiğinde, bu iki konfederasyon sağlıklı ve radikal bir sınıf çizgisinde CGT altında birleştiler. Halk Cephesi siyasetine soldan gelen eleştiriler ne olursa olsun, bu sendikal güç Fransız işçilerine o zamana kadar hayal bile edemedikleri sosyal ve ekonomik hakları sağladı; buna da “sol siyaset” sayesinde ulaştıklarını kavrayan Fransız işçi sınıfı içinde genelde sol düşünce, özelde ise Komünist Parti büyük bir prestij ve güç kazandı. Bu gücü daha sonra Direniş esnasında kullanmaları ise savaş sonrasında onları ülkenin en güçlü partisi haline getirecektir.
Bu örnekler vurgulamak istediğimiz nokta açıktır: Güçlü, işlevli, tabanlarıyla bütünleşmiş sendikal ve mesleki örgütlerde (tabandan başlayarak) etkin olmak, devrimci siyasetin vazgeçilmez unsurudur ve “yeter ki parti güçlensin, gerisi mühim değil” mantığının sosyalist siyasette bir karşılığı yoktur.
Ancak Türkiye’de resim biraz farklıdır: 1960’lardan beri sendika ya da meslek örgütlerini “ele geçirmek”, oralarda “mevzi kazanmak”, birkaç kitle örgütünü “kontrol etmek”, sol siyasetin neredeyse amentüsü haline gelmiş, solda bir tür “kitle örgütleri fetişizmi” boy göstermiştir. Ama 2020’ye geldiğimizde karşımızdaki manzara tam bir hayal kırıklığıdır: Sol siyasetlerin “ele geçirmek” için adeta birbirleriyle yarıştıkları bu mevziler, sendika ya da meslek odası yönetimlerinin çoğu birer siyasal sermaye olarak değerlerini büyük ölçüde yitirmiştir; zira bu yönetimlerin tabanlarını ne kadar harekete geçirebildiklerine baktığımızda, karşımızdaki manzara yukarda belirttiğimiz gibi bir “bitkisel hayata” işaret etmektedir. Bu yapılar bu halde kaldığı sürece “mevzi kazanmak”, yönetimi almayı siyasi bir başarı saymak, buna soyunacak her örgüt için bir illüzyon olacak ve tabanlarına yönelik (“xx odası elimizde!” türünde) bir motivasyon unsuru olmaktan öteye gidemeyecektir. Dahası, buralarda her ne pahasına güç olmak hedef haline gelince, bu yapılarda yıllardır kökleşmiş bulunan yönetici tipolojisine (amiyane olarak “sendika ağası” ya da onlardan aşağı kalmayan “oda ağaları”) sosyalist siyaseti yanına alarak kendilerini meşrulaştırma aracı sunmaktan başka bir sonuç vermeyecek, bu yozlaşmış unsurlar bu sefer içine girdikleri partiyi zehirlemeye başlayacaktır.
Bu noktaya nasıl gelindi? Nasıl ki “Türkiye bugünlere 1 günde gelmediyse”, kitle örgütlerinin bu noktaya gelmesi de 2 yönlü bir birikimin, 12 Eylül ve sonrası faşizan uygulamaların ve bunun üstüne binen sol siyasetteki zaafların sonucudur. 12 Eylül faşizmi ve sonrası sağ iktidarlar, kitle örgütlerinin sol siyasete kattığı gücü göz önüne alarak bunları işlevsizleştirmek, yetkilerini daraltmak, bunların gözünü korkutmak ve yozlaştırmak için her türlü çabayı sonuna kadar kullandı ve önemli adımlar attı. Sol ise, yeni oluşan durumu, ayağımızın altından kayan zemini fark etmeden geçmişten devraldığı (hatalı) refleksleri aynen sürdürdü ve bu örgütler giderek daraldı. Şimdi bunu inceleyelim:
İKİ BÜYÜK DEVRİMCİ GELENEĞİN SÜREGELEN TORTULARI
Burada TKP ve Devrimci Yol’dan bahsediyoruz. Eleştiriye geçmeden önce bu 2 geleneğin ülkemize, halkımıza ve emekçilere kattığı değerlerin altını çizmek zorundayız. Devrimci Yol, 1973-80 arasında azgınlaşan sivil faşist teröre karşı halkın bir silahlı direniş hareketi, bir tür “anti-faşist Kuvayi Milliye” olmuştur. Bu konudaki cesaretleri ve başarıları ile bulundukları her yerde faşist yuvaları dağıtmış, çok sayıda kayıp verme pahasına sivil faşistlere hayatı zindan etmiş, sadece sıradan vatandaşların değil, diğer sol unsurların da nefes almasını sağlamış, böylece kazandıkları etkinlik, bu hareketin genç yöneticilerinin dahi beklentilerini aşan devasa biri güç yaratmış, o dönemin en güçlü ve köklü siyasi partisi olan CHP’nin bile yapamayacağı işi, aynı anda 20 merkezde yığınsal mitingler yapma başarını Devrimci Yol göstermiştir. İtalyan komünistlerinin tarihsel lideri Togliatti, oldukça önemli olan ”Faşizm Üzerine Dersler” adlı eserinde, İtalya’daki faşist teröre karşı kendiliğinden kurulan bir devrimci öz savunma örgütünden, “Arditi Del Popolo” (Halkın Yiğitleri) örgütünden bahseder ve kendi partisinin bu örgüte karşı sekter davrandığını söyleyerek özeleştiri yapar. Açık olan şudur ki, tüm ideolojik-politik zaaflarına rağmen, pratikte 1973-80 arasında Devrimci Yol (ve Devrimci Sol ve Kurtuluş) bizim “Arditi Del Popolo’muz”, Türkiye’nin “Halkın Yiğitleri” olmuştur.
TKP ise 1973 sonrasında gerçekleştirdiği atılımla işçi sınıfı içinde ciddi mevziler kazanmış, sonuçta Türkiye tarihinin görmediği kitlesellikte, sadece 2.TİP’i değil, 1.TİP’i dahi nitelik ve nicelikte aşan, komünist ruha sahip yığınsal bir işçi hareketi yaratmayı başarmıştır. Bugün TİP-TKP çizgisinin olumlu değerlerine sahip çıkan TİP’e, Devrimci Yol geleneğinden çok sayıda militanın artık “partili devrimciliği” seçerek katılması gurur vericidir, TİP’in tarihimizin devrimci damarlarıyla buluşmayı başarma yönünde ciddi adım attığını göstermektedir.
Ancak bu devrimci değerler, zaafları görmemiz engellememelidir. Devrimci Yol’un en büyük politik zaafı malumdur: Parti olamamak! Devrimci Yol’un bir programı ve tüzüğü yoktu (1978’de yayınladıkları “Bildirge” kafa karışıklığıyla dolu eklektik bir belgeydi) Dolayısıyla “Devrimci Yol üyesi” gibi bir olgu asla olmamış, amorf bir “kitle-kadro” ayrımıyla devam edilmiş; kimin “kadro” olacağını üstteki şefler seçmiş, onları kimin “seçtiği” ise meçhul olmuş, zira bu hareket doğal olarak BSP deneyine kadar bir kongre yapmamıştır. Merkezdeki komite yapılanması dışında, komiteler ve birimler/hücreler bazında çalışmak yerine “sorumlu”larla, şeflik sistemi ile çalışma tercih edilmiş, ete kemiğe bürünmüş bir örgütsel omurga ve halkın karşısında örgütü temsil edecek somut bir yüz oluşmamıştır.
Bunların yazımızın konusu olan “kitle örgütleri” olgusuyla ne ilgisi vardır? Bu ilgi son derece açıktır: Böylesi amorf bir siyasi yapının kitleyi yönetmesi ve ona mesaj iletebilmesinin ana (neredeyse tek) yolu kitle örgütleri olmakta, meslek örgütleri bu siyasi çizgiyi ete kemiğe büründürmenin TEK yolu haline gelmektedir. Burjuva iktidarların çarpık politikaları karşısında kitle örgütlerinin alması gereken (alması doğal olan) muhalif politik tavır bu resim içinde hızla keskinleşmekte, bu örgütler “muhalif-sol” siyaset yapmanın ana araçları haline gelmekte, yukardaki tanımdaki “iletişim kayışı” bile olmaktan çıkıp “motorun bir kısmını” kendi içlerinde taşımaya başlamaktadır! Bu sağlıksız çerçevenin mantıksal uzantıları kolayca öngörülebilir: Kitle örgütü olanaklarının “kendi siyasetleri” için çarçur edilmesi, şişirilmiş “profesyonel” kadrolar, izi sürülemeyen mali harcamalar bu negatif resmin sadece bir yüzüdür. Asıl sorun, bir “sol siyaset platformu” haline gelen mesleki örgüt, bünyesinde barındırdığı binlerce ılımlı, tarafsız, muhafazakâr, hatta apolitik unsurdan hızla kopmakta, “solcuların” ayakta tuttuğu, (aslında kendilerinin konuşup kendilerinin dinlediği) yapılar haline gelerek tabanlarının büyük kısmıyla bağını yitirmekte, birer “solcu mühendisler (veya memurlar) kulübü” haline gelmektedir. 1 Mayıs geldiğinde de bu kitle örgütlerinin yegane “kitlesi” haline gelen solcu unsurlar da “kendi” partilerinde yürümeyi tercih edince, bu birkaç yüz binlik örgütler, dev bir pankartın arkasında yürüyen bir avuç yöneticiden ibaret kalmaktadır. Yaşadığımız resmin mantığı budur.
Başka sol ve ilerici unsurlarla, ya da sıradan emekçilerle kurulan bir örgütü “ele geçirip” onu kendi siyasi birimi gibi kullanma alışkanlığı (ÖDP’de dahi olan budur) Devrimci Yol’un ve benzeri partisiz geleneklerin ana kamburu ve sola verdikleri zararın temel unsurudur. Geçmişte bu çarpıklığı tolere edilebilir kılan devrimci yiğitlik, bugün yerini CHP eksenli ve Kürt düşmanlığına dayalı bir politikaya bıraktığı için, mevcut resim bu gelenek açısından daha da hazin ve vahim hale gelmektedir.
Gelelim sendikalara. 1973 Atılımından sonra TKP, sendika önderleriyle esnek ve pozitif bir ilişki kurarak, tabanda yaptıkları çalışmayı, sendika tepesinde elde ettikleri teveccühle birleştirince büyük bir güç kazandılar. Kendi dışlarındaki tüm solun "yukardan kafa kolla örgütlenme yapıyorlar" deyip dudak büktükleri bu çalışma, 1 Mayıs 1978'de binlerce metal işçisinin İsmail Bilen’in resimlerini yükseltip slogan attıklarında, herkese şapka düşürttü. TKP’nin o dönemdeki işçi çalışmasının başarısı inkâr edilemez.
Ancak bunun da maalesef bir bedeli oldu. Birincisi, TKP’ye “teveccüh gösteren”, aslında sol siyaseti yanlarına alarak kendi meşruiyetlerini artırmayı hedefleyen sendika bürokratlarının partiye taşınması, partiyi hep sağa çeken bir faktör oldu. Partinin işçi ve gençlik tabanındaki dürüst militan kadrolarla bu unsurların kimyası asla uyuşmadı. Öte yandan, gerek bu tür sendika yöneticileri, gerekse bizzat TKP’nin kendisi sendikal gücü elinde tutmak için son derece anti-demokratik ve tasfiyeci bir işleyişi “sınıfın birliğini koruma” adına sendikalara egemen kıldılar (örneğin TİP üyesi işçilere yapılan etik dışı uygulamalara burada girmiyoruz).1980 sonrasında TKP ve sol siyaset sendikalardan silinince, geride hiçbir siyasi emeli ve hassasiyeti kalmamış despotik yapılar ve yöneticiler kaldı; hala da sürüyor. Geçmiş TKP’nin devrimci amaçlar için giriştiği agresif, yer yer makyavelizme varan politikaların bugüne kalan tortusu da budur.
Son 30 yıldır sol siyaset toplumda revaçta olmadığı için tüm sendika yöneticileri soldan uzak durdular ve sendikayı sol siyasete bulaştırmamakta ısrar ettiler. Öte yandan kendi yönetimlerini garanti etmek için kurdukları “sıkı tüzük”lerle, tabanın inisiyatifinin yukarıya ulaşmasını engelleyen işleyişlerle pekişen kontrolsüzlük ortamında, alınan arabalar, verilen yemekler, yapılan geziler birer mücadele örgütü olan sendikaların cazibesini işçi kitlesi nezdinde azalttı. Neo-liberal saldırı döneminde patronların sendikalaşmaya karşı en çok kullandığı argüman, işçilere “sendikaya üye olup bir de kendinizi sendikacılara soydurtmayın” demek oldu; bu argümanın pek de karşılık bulmadığı söylenemez.
ÖNÜMÜZDEKİ GÖREVLER
Bugün TİP, sosyalist hareketimize yeni bir soluk getirmiştir: Yeni bir örgütlenme anlayışı, yeni bir siyasi üslup, yeni ve yaratıcı mücadele yöntemleriyle hızla gelişmektedir. Bu yeniliği artık kitle örgütlerine de yansıtmak, son 60 yıldır ilerici ve sol siyasetin en önemli öznelerinden biri olan kitle örgütlerindeki likidasyona “dur” demek için bir müdahale yapmak zorunlu hale gelmiştir. Bu noktaya bir günde gelmediğimiz gibi, doğru bir politikayla bu resmin bir günde değişmesini ummak da anlamlı değildir. Ancak doğru ve yeni ilkelerle kitle örgütlerine, meslek odalarına, sendikalara yönelmek, doğru ve sağlıklı bir işleyişi, eldeki gücü dikkatli kullanarak, kısa vadede belirli ve sınırlı hedeflerle hayata geçirip büyütmek, “pilot” kitle örgütleri üzerinden doğru bir anlayışı yaygınlaştırmak en doğru yoldur. Doğru bir politikanın ve işleyişin temel prensiplerini, yani bu alanda bir “Manifesto”yu oluşturmak ise elbette sadece bu yazıyla (ya da herhangi bir yazıyla) değil, bu alanda yıllardır çalışan ve mücadele eden sosyalistlerin konu üzerine yoğunlaşmalarıyla mümkün olacaktır. Biz burada sadece ilk aşamada akla gelen ve sadece “girizgâh” olabilecek birkaç prensibe değinelim:
1- Gerek sendikalarda gerekse meslek örgütlerinde iç işleyişi demokratikleştirmek, şeffaflaştırmak, hesap verilebilir kılmak, tabanın (mümkün olduğu durumlarda birimlerde bir araya gelmesini sağlayarak) irade ve taleplerini yukarıya yansıtmayı mümkün kılan bir işleyiş kurmak esas görevdir.
2- Her türlü suiistimal, sahte profesyonellik, sendika-oda parası kullanma, ayrıcalık, “özel” harcamalar şiddetle teşhir ve mahkûm edilmeli, (yapanların siyasi kimliği ne olursa olsun) kökü kurutulmalıdır. Bu olgular, kitle örgütlerinin kanseridir.
3- Bu örgütlerde en temel görev, solcu unsurlar dışında kalan (muhafazakârlar dahil) düz üyelerle yeniden buluşmaktır. Bu da ancak (“ilerici sloganlar atmanın” ötesinde) meslek odasını her bir üye için anlamlı ve faydalı kılacak işleyişler ve faaliyetler organize etmekle mümkündür. Sağ eğilimli, ya da apolitik bir üye dahi “odam benim için doğru ve faydalı işler yapıyor” diyebilmeli ve bağlılığı siyasi sloganların ötesinde bu tür işleyişler üzerinden kurmalıdır. Ancak böyle bir oda gerçekten kitlesel olabilir; ancak böyle bir odanın yönetimini “almanın” sosyalistler için bir anlamı olacaktır. Bir “solcular klübü”nün yönetimini almanın anlamı yoktur.
4- Sendikalar için de aynı şey geçerlidir. TİP sosyalist bir örgüt olabilir. Ancak TİP sadece “sosyalist işçilerin” değil, muhafazakâr unsurlar dahil TÜM işçilerin sınıf çıkarlarını ısrarla savunan bir örgüttür. Tüm işçilerin çıkarına olan (yerel ya da genel) sendikal-sosyal-ekonomik projeler geliştirdiğimizde, bunları sağcı bir sendikayla dahi paylaşmaktan çekinmemeliyiz. Böyle bir temasta sağcı bir sendikanın bizi alkışlayıp hemen yanımızda yer almasını beklemek elbette gerçekçi olmayabilir. Ancak bunu yapmakla bir işçi örgütüne ve işçi kitlesine “elimizi değdirmiş” olacağız, onların kafalarında ve dünyalarında bir yer edineceğiz ve bu yeri zaman içinde büyütmekte ısrarlı olacağız.
5- Sol siyasetin yükselmesi ile kendini sosyalist partiye yakınlaştırmak isteyecek sendika ve oda yöneticileri konusu kritik bir konudur. Burada dışlayıcı olmayan esnek bir diyalog geliştirilebilir, bu bize kısa vadede fayda da sağlayabilir. Ancak geçmişin hatalarını tekrar etmemek için öncelikle bu tür unsurları siyasi yapı içine taşımakta son derece eleyici ve titiz olmalı, öte yandan da bu unsurların “desteğini alma” adına yolsuzluk ve tasfiyecilik gibi çarpık uygulamalara prim verilmemelidir. Bu tür hatalar aynı makus kaderi tekrar ettirmekten başka bir işe yaramaz.
Bu ve benzeri ilkeleri tartışmanın, zenginleştirmenin, bunlarda derinleşmenin ve eldeki gücü dikkatli kullanarak adım adım kitle örgütlerine doğru ve etkili bir sosyalist müdahale yapmanın zamanı gelmiştir. Sosyalist siyasetin geleceği için bunu başarmak zorundayız.