Ünlü ressam Sandro Boticelli’nin resmettiği mitolojik hikaye Venüs’ün Doğuşu’na her baktığımda varlığını sürdürmüş, sürderecek tüm kadınların bulundukları alanlarda var olan cinsiyetçi tabuları yıkan ve toplumsal eşitliği savunan tüm Venüs'lerin Doğuşu'nu görüyorum. Elbette sanat tarihinde bir sürü Venüs resmedilmiştir fakat benim için bu resmi önemli kılan en önemli şey bu muhteşem doğuştur.
Boticelli kendi imkanlarıyla tablosunda Venüs’ü doğurmuştur peki Türkiye’de doğuşunu tablolardan çıkıp tamamlayan Venüsler olmuş mudur?
Sanatta cinsiyet, 70’li yıllara kadar genellikle erkekler tarafından toplumsal bir inşa olarak algılanmanın çok uzağında, salt cinsellik bağlamında kavranan bir olgu olmuştur(1). 1970 yılına geldiğimizde ise cinsellik artık kadınların temsiliyeti altında toplumsal cinsiyet kavramına yönelip, cinsiyeti biyolojik cinsiyetten farklı bir olgu olarak sosyo-kültürel, ekonomik ve siyasi etkenler çevresinde kavranmaya başlanmıştır. Bu bağlamda Füsun Onur, Nur Koçak, Gülsüm Karamustafa ve Nil Yalter’in üretimleri büyük önem taşır. Sırayla sanatçıların alanlarında nasıl yenilikler yapıp dönemin cinsiyet algısını nasıl eleştirdiklerini sıralayacağım.
Füsun Onur’un üretimlerine baktığımızda gözümüze çarpan en önemli şey kullandığı materyallerin çeşitliliğidir. 2014 yılında Arter'de sergilenen "Aynadan İçeri" adlı sergisinde yer alan üretimlerini gördükten sonra altını çizmek istediği konuları daha iyi anlama ve izleme fırsatı yakalamıştım. Kumaşlar, oyuncaklar, elbiseler, sandalye ve masa gibi hazır nesneler kullanarak oluşturduğu yerleştirmelerde “kadına ait” görülen ve kadın bedenini cinsel objeye dönüştüren argümanların yarattığı bakış açısını eleştirir. Buna en güzel örnek, Cumhuriyet’in 50. Yıl kutlamaları için Gürdal Duyar’ın yaptığı "Güzel İstanbul" adlı heykelin başına gelenlere karşılık, Füsun Onur’un yaptığı "Nü" adlı çalışmadır. "Güzel İstanbul" heykeli Erbakan hükümetince müstehcen ve “Türk anasını hayasızca teşhir edici” nitelikte bulunarak Karaköy'de sergilendiği yerden kaldırılmış ve uzun, anlamsız, hatta kadın düşmanı birçok macera yaşamıştır. Buna vurgu yaparak Füsun Onur, o dönem gelin arabalarını süsleyen bebek fikrinden de yola çıkarak bir bebeği yatay düzlemde kesip, ayna ve cam parçaları yardımıyla optik etkiler yaratıp yansıyan ışıkla kadının, oyuncağın bedenini sözüm ona “hayasızca teşhir” eder.
Nur Koçak’ın resimlerinde ise genelde kadının kadın gibi görünmesine yardımcı olan nesneleri konu aldığını görürüz. Resimleri, fotogerçekçi üslupla resmeden sanatçı, izleyiciyi doğrudan ele geçirir ve tüketim toplumuna yaptığı eleştiriyi yüzüne çarpar. Tüketim toplumlarının dayattığı ürünleri (marka parfüm, marka ruj, marka oje ve marka giyim) konu aldığı "Fetiş Nesneler ve Nesne Kadınlar" dizisi bu eksende oluşturulmuştur. Bunların dışında benim için en önemli olan üretimiyse, "Mutluluk Resimlerimiz" adlı 36 adet kağıt üzerine kurşun kalemle yaptığı resimlerdir. Dönemin “kadın gazetesi” Kelebek'teki mutluluk resimleri köşesine fotoğrafını yollayanları resmeden Koçak, bununla ilgili şöyle der “İlginç olan hiçbir kadın fotoğrafının köşede yer almamasıydı. Erkeklerin ellerinde plastik çiçeklerle birbirlerine sarıldığı hepsi stüdyoda çekilmiş bu fotoğrafların “erkek ulus” kavramına şaşırtıcı göndermeler yaptığını düşünüyordum. Kadının sosyal yaşamdan dışlanması olgusu, bundan daha iyi belgelenemezdi.”(2)
Gülsüm Karamustafa ise kadın ve erkek görselliğini birbirine karıştırıp, kişiyi kimi zaman silikleştirdiği kimi zaman da cinsiyetten yoksun bıraktığı ürünleriyle ön plana çıkar. Resimlerindeki illüstratif desenlerle kırsaldan kente göç eden ailelerin özellikle kadınlarını konu alarak resmettiği işlerinde desenler arasında görünmezliğini ve yokluğunu vurgular. Karamustafa, "Çifte Hakikat" adlı yerleştirmesinde ise cansız erkek mankene kadın geceliği giydirip, tırnaklarını boyayıp cinsiyet kalıplarını belirsizleştirip izleyiciye bir illüzyon sunar.
Nil Yalter’in Arter'de 2016 Ekim - 2017 Ocak arası düzenlenen "Kayıt-Dışı" adlı sergisinde yaptığı işleri yakından gözlemleme fırsatı bulmuştum. Özellikle o sergi bu yazıyı yazmama öncülük etmişti. "Kayıt-Dışı" sergisinde yer alan işlerinde de ve orada olmayan işlerinde de çoğu zaman çemberin dışında yer alan, özellikle devlet aygıtıyla ötekileştirilmiş grupları, kişileri ve onların hayatlarını konu alması toplumsal cinsiyetin de ötesinde bir politik duruş sunar. Bir Marksist-Feminist olan Yalter, kimi zaman oluşturmuş olduğu bir "Topak Ev" ile kadının aile içindeki üretimlerini konu alır kimi zaman da Rene Nelli'nin "Erotizm ve Uygarlıklar" kitabından alıntıladığı "kadın hem dış bükeydir hem içbükey" sözü kamera karşısında göbeğine yazarak kadının teşhirleşen bedenini bir eylemselliğe dönüştürdüğünü görürüz.
Aslında üretimleri hakkında yazacak daha çok şey olmasına rağmen küçük bir derleme yapmayı uygun gördüğüm bu dört sanatçı, üsluplarıyla ve işlerinin merkezine yerleştirdikleri konularla kendi kuşaklarındaki birçok sanatçıdan ayrılırlar. Çünkü onlar "erkeklerin dünyasında" erkeklerin ölçütleriyle belirlenen sanat alanında kendi doğuşlarını gerçekleştirerek 2000'li yıllara kadar oluşan sürecin 1970'lerde ilk adımlarını atmışlardır. Kendilerini Venüs olarak resmettirmekten ziyade venüsleri ve toplum içindeki misyon ve vizyonlarını resmederek kendi doğuşlarını da tamamlamış bu sanatçılar üretimlerine hala devam ederek bizlere bambaşka bir bakış açısı sunuyorlar. Bu bakış açısı ise üretimlerinde vurguladıkları eril dünyada kadına biçilen misyon ve vizyon karşısında oluşturulan, kadın figürünü tahrip ve hatta teşhir ederek ortaya koydukları eylemselliktir. Bu eylemsellik bazen bir çizim, bazen bir yerleştirme bazen de bir video olarak karşımıza çıkıyor ve bu mecralarda da başka bir eylemsellik oluşuyor. Çünkü sanatçıların kullandıkları mecralar ve araçlarda kadın sanatçının bir şeyler üretebilmesi olanaksız karşılansa da onlar bu algıyı da yerle bir ediyor. Tüm bunlar zihnimde tekrar tekrar dönerken “Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz!” sloganıyla sonlanıyor. Çünkü ne bu yazı için referans edindiğim sanatçılar ne de hayatın her alanında “erkek işlerine, erkek fikirlerine” aldırmayıp kazanım elde eden kadınlar oldukça daha da güçleneceğiz. Yeni bir yaşam bizim mücadelemizden geçiyor ve bizler var oldukça karanlığa da teslim olmayacağız demektir.
1-2/ Ahu Antmen-Kimlikli Bedenler Sanat, Kimlik, Cinsiyet kitabında yer alan 1970’ler Türkiyesi’nde Sanat, Kimlik ve Cinsiyet makalesinden alıntılanmıştır.