Vivek Chibber: İşçi sınıfını örgütlemeden sosyalizme ulaşamazsınız

Vivek Chibber: İşçi sınıfını örgütlemeden sosyalizme ulaşamazsınız

Kalkınma sosyolojisi ve sosyal teori alanlarında özgün analizleriyle Marksist teoriye önemli katkılarda bulunmuş olan Hindistan kökenli akademisyen Vivek Chibber bu söyleşisinde sosyalist siyasette işçi sınıfının merkezi rolüne vurgu yaparak işçiler arasındaki sağcı adaylara oy vermenin dinamikleri, öncü işçilerin eğitimi ve işyeri örgütlenmeleri gibi konuları irdeliyor. Chibber’in Post-Kolonyal Teori ve Kapitalizmin Hayaleti (İletişim, 2016) adlı çalışmasının yanı sıra editörleri arasında bulunduğu Socialist Register dergilerinin Yordam yayınlarından basılan Türkçe tercümelerine de ulaşmak mümkün.

Söyleşi: Ella Teevan

Çeviri: Eylem Taylan & H. Deniz Sert

2022’nin kapitalizmi, 1848’de Komünist Parti Manifestosu’nun yayımlandığı dönemden veyahut ABD’deki Michigan eyaletinin Flint şehrinde otomobil işçilerini kitlesel greve götüren koşullardan bir hayli farklılaştı. Marx’ın puslu öngörüsünün ötesine geçen güncel kapitalizm artık daha dijitalleşmiş, küreselleşmiş ve giderek derinleşen bir iklim krizine göbekten bağlı. Kimi eleştirel düşünürler sermayenin işleyişindeki bu değişimlerin; Marksizmin örgütlü bir işçi sınıfının toplumu radikal bir şekilde dönüştürecek yegâne toplumsal kesim olduğu iddiasının ıskartaya çıktığını ve günümüz için oldukça dogmatik kaldığını savunuyorlar. 

Geçtiğimiz haziran ayında ABD ve Avrupa solunun kayda değer isimleri, Jacobin ve Transform! Europe’un organize ettiği “Günümüzde Sosyalizm” konferansı için Berlin’de bir araya geldiler. Sosyolog ve DSA (Amerika’nın Demokratik Sosyalistleri) üyesi Vivek Chibber(1) “Çağdaş Kapitalizm ve Onun Mezar Kazıcıları” başlıklı sunumunda işçi sınıfının bugünkü veçhelerini ve kapitalizmin yeni havzalarında sınıfın gücünü nasıl inşa edeceğini konu etti. Jacobin dergisi adına Ella Teevan’ın Chibber ile yaptığı bu söyleşi 2022’de sosyalistlere düşen görevlere, ABD işçi sınıfındaki Trump seçmenlerine ve kitle siyasetinde entelektüellerin rolüne değiniyor.

Günümüzde solun başat hedefi ne olmalı, bu hedef doğrultusunda karşılaşacağı güçlükler sizce nelerdir?

Bana kalırsa solun nihai hedefinde herhangi bir değişiklik yok. Bir işçi sınıfı hareketi ve onun örgütlerini inşa etmekle yükümlüyüz. Bu, tüm yapıp ettiklerinizin tek hedefi olmalıdır anlamına gelmez ama yürüttüğünüz tüm faaliyetler bu inşa hedefini beslemelidir. Yaratılan bu ufak devinimler birikerek emek mücadelesini beslemeli. Toplumsal cinsiyet alanındaki örgütlenmeler işçi kadınları etrafında örülmeli veya ırkçılık karşıtı mücadele siyahi ve beyaz olmayan diğer kadın ve erkek işçileri kapsamalı. Sınıfın enerjisini takip etmeli ve işçi sınıfının gücünü inşa etme hedefiyle en yüksek etkiyi yaratabileceğimiz mecralara doğru yönelmeliyiz.

Marksizmin odağında fazlasıyla beyaz, erkek, mavi yaka işçilerin yer aldığına ilişkin tespitler mevcut. Sizce bu eleştirilerin bir kıymeti var mı?

Tamamen safsatadan ibaret. Marksistler altın çağını yaşadığı dönemde mavi-yakalı işçileri örgütlemişlerdi çünkü istihdamın hızla büyüdüğü, militanlığın ve örgütlenmeye olan eğilimin kendiliğinden gelişmeye başladığı bir sınıfsal kesimdi. Fakat unutulmamalıdır ki ABD Komünist Partisi’nin 1930’lu yıllarda örgütlediği, şimdiye kadarki en görkemli ve büyük kitlesel hareket işsizlerden oluşuyordu. Evet, bu kitle ağırlıkla beyazlardan oluşuyordu fakat bunun sebebi hareketin yoğunlaştığı Kuzeydeki şehir nüfuslarının baskın çoğunluğunun beyaz olmasıydı.

1920’lerde ABD’li Komünistler Güney eyaletlerdeki siyahi marabaları örgütlüyorlardı. Elbette Kuzeyde örgütlenen hareket kadar kitlesel değildi çünkü Güneydeki rejim adeta eli kanlı bir terör organizasyonuydu ve bu bölgedeki örgütlenme faaliyetleri hayati riskler barındırıyordu. İnsanları ikna etmek ve mücadeleye kazandırmak bir hayli güçtü. 1930 ve 40’lı yıllarda İngiliz Komünistleri Hindistan’da Hintli işçi sınıfını örgütlediler. Toplumsal cinsiyete ilişkin mücadelelerde komünistler her zaman ön saflarda yer aldılar. Dolayısıyla, Marksist örgütlü mücadelenin dar bir işçi kesimine odaklanıldığına dair yapılan eleştiriler gerçekdışıdır. Yeni sol bu miti yaratmış ve sınıf politikalarından uzaklaşmak için kendine gerekçe kılmıştır.

İşçilerin Donald Trump ve benzeri sağcı adaylara oy verdikleri tespitini yapan siyaset bilimciler, bu seçmen davranışını kültürel ve ırksal belirlenimlere indirgeyerek açıklıyorlar. Fakat siz işçilerin oy verirken aslen kendi maddi çıkarlarını gözettiğini iddia ediyorsunuz. Bu, oy verme davranışlarının ille de işçilerin maddi çıkarları doğrultusunda bir sonuç getireceği anlamına gelmese de maddi çıkarlara dayalı motivasyonun yaptıkları seçimde etkili olduğunu söylüyor bize. Bu tespitinizi biraz daha açar mısınız?

Aslında, yalnızca işçilerin değil, herkesin kendi maddi çıkarları doğrultusunda oy vermeye çalıştığını düşünüyorum. İşçiler açısından bu meselenin iki boyutu var. Birincisi, bu tercih tamamen ideolojik değildir. İşçiler bizim sağcı olarak gördüğümüz adaylara çoğu zaman oy veriyorlar. Sağ partiler işçilerin maddi çıkarlarını çevreleyen, cazip vaatler sundukları için işçiler bu tercihte bulunuyorlar.

İkincisi ise işçiler bilgi kirliliğine maruz bırakılarak yanlış yönlendiriliyorlar. İşçileri kendi gündelik deneyimlerine dair yanıltmak sanıldığı kadar kolay değildir. Fakat işçileri onların gündelik deneyimlerini rahatlatacak politik vaatler vesilesiyle yanlış yönlendirmek sanıldığı kadar da zor değildir. Bir sağcı adayın işçilere şu şekilde seslendiğini farz edelim: “Senin çektiğin acıyı anlayabiliyorum. İşlerinizi kaybettiniz ve bunun neden olduğunu size söyleyeyim, çünkü iktidardaki parti savurganca harcamalar yapıyor.” İşçilerin mali politikalar ve işsizlik arasındaki ilişkiye dair doğrudan deneyimleri bulunmamaktadır. Adamın teki onlara acılarını paylaştığını ve çözümün kendisinde olduğunu söylediğinde, işçiler “Tamam, belki de sorunlarımızın çözümü budur” diye düşünüyorlar.  Böylelikle, işçiler bu adama oy verirken kendi maddi çıkarlarını gözetiyorlar ve bu tercihin yaratacağı muhtemel siyasi sonuçlar açısından yanlış yönlendirilmiş oluyorlar. Neden? Çünkü bu hususi meselede yeterli uzmanlığa sahip değiller. Materyalist bir kavrayış üzerinden işçilerin oy verme davranışının kendi içinde tamamen tutarlı olduğunu düşünüyorum.

Üniversiteler işçi sınıfı meselelerinden yalıtılmış haldeler ve sosyoloji disiplini materyalist bir perspektiften ziyade kültürelci bir yaklaşımla olguları açıklamayı alışkanlık haline getirmiş durumda. Geniş bir işçi sınıfı örgütü inşasına kendini vakfetmiş sosyalist bir akademisyen olarak siyasi görevleriniz ile mesleğinizi icra ettiğiniz sosyoloji disiplinin neredeyse kural haline getirdiği kültürelci yaklaşım arasında bir uyumsuzluk söz konusu. Bu dengeyi nasıl sağlıyorsunuz? 

Aslında bu dengeyi tutturmak o kadar da zor değil, ABD’de kürsü sahibi bir akademisyen iseniz kalıcı bir iş güvenceniz oluyor. Esas soru ise şu: Neden tüm akademisyenler kendilerine böylesi siyasi görevler tayin etmiyorlar? Yürüttüğüm siyasi faaliyetin iş güvencemi tehdit etmesi veya bu nedenle cezalandırılmam söz konusu değil. Topluma karşı bir çeşit “ahlaki vergi/harç” olarak tabir ettiğim bir bedel ödüyorum: Kendinizi Marksist olarak tanımladığınız anda akademik kariyerinizde ilerlemeniz belirli açılardan sınırlanıyor. Bu, ödenmesi gereken çok küçük bir bedel. Benim açımdan geçerli soru şudur: Kapitalizmin ne olduğunu idrak ettikten sonra ona karşı mücadeleye neden girişmeyeyim ki? Bu soru dışında kariyerim boyunca başka bir ahlaki gerekçeye ihtiyaç duymadım ve elimden geleni yapmaya gayret ediyorum.

Kariyerinin henüz başında olan genç akademisyenlerin işten atılma çekincesiyle mevcut düzene karşı çıkmaktan imtina ettiklerini işitiyorum, bir de tabii kalıcı iş güvencesine sahip, aslında istediğimi söylerim bana kimse karışamaz diyen kıdemli, kürsü sahibi akademisyenler var…

Ve buna rağmen hiçbir şey yapmıyorlar.

Veya belki de bu akademisyenlerin söylemeye mecbur hissettikleri şeyler tam olarak...

Bir çöp yığınından ibaret, evet.

Demokratik Sosyalist Amerika Hareketi’nde (DSA), sizin hazırladığınız siyasi eğitim kılavuzlarını düzenli olarak kullanıyoruz. Kapitalizmin ABC’sini okuyoruz ve hareketin yeni üyeleriyle birebirde gerçekleştirdiğimiz toplantılarda devlete ilişkin vermiş olduğunuz dersleri dinliyoruz. Bu sayede, insanları Marksizmin temel savlarıyla tanıştırmış oluyoruz.

Öte yandan, sosyalistler olarak görevlerimizi layıkıyla yerine getirmiş olsaydık, işçi sınıfının arasında yer alır ve onlara daha yakın olurduk. İşçi sınıfının şu sıra Marksist teoriyi okuyacak ne yeterli zamanı ne de buna meyli var. Bir sosyalistin Marksizmi okumaya ve öğrenmeye ihtiyacı var fakat kitapları bir kenara bırakıp alana inip örgütlenmek için de mücadele etmemiz gerekiyor. Buradaki denge nasıl olmalı?

Bu siyasi eğitim kılavuzları aslında örgütlenmeyi yapacak, kadro olarak gördüğüm insanlar için hazırlanmış metinler. Ve “kadro”, “öğrenci” ile eşanlamlı değil; en ideal haliyle çalıştıkları işyerindeki en özgüvenli, faal ve saygı duyulan işçilerin (kendinize yakınlaştırdıktan sonra) eğitilmesi ve örgütçü meziyetlerini keskinleştirmeleri için istifade edeceği belgeler. Esas amaç diğer tüm işçileri de illaki bir okuma grubuna dahil etmek değil. Yapabiliyorsanız, ne güzel. Fakat işçiler zor zamanlardan geçiyorlar ve tüm meşgalesi bir iş gününü daha kazasız belasız atlatmak oluyor. Çoğunluğu bu türden faaliyetlere vakit ayıramıyor. 

Parti formasyonunu entelektüellerden işçilere doğru uzanan bir taşıma kayışı olarak düşünmek daha doğru olur. Teorik eğitim kaçınılmaz olarak hareketin ilk üç veya dört katmanındaki kadrolarda yoğunlaşacaktır. Fakat bu eğitimi örgütün sınıfa yönelimini güçlendirmek ve örgüt içi kültür inşa etmek için kullanmalıyız. Genel manasıyla örgüt içi tedrisat sizi daha donanımlı bir örgütçü yapar çünkü haliyle artık sistemin nasıl işlediğine dair daha geniş bir perspektife sahipsinizdir. Bir yanıyla bu düzende nerede konumlandığınıza vakıf olmanız ve faaliyetlerinizi bir stratejik örgütsel yönelim bağlamında değerlendirmeniz anlamına da gelir.

Sıradan bir DSA üyesine vereceğiniz stratejik tavsiyeler nelerdir?

DSA içerisinde bir akım şu pozisyonu savunuyor ve ben de bunu destekliyorum: DSA şu anda ne bir siyasi parti veya siyasal örgüt ne de bir emekçi partisi veya işçi sınıfı örgütü. Ancak bu ikisinin de oluşumuna ihtiyaç var. Dolayısıyla, ilk olarak DSA’nın işçi sınıfı içerisinde varlığını daha güçlü bir şekilde ortaya koyması gerekiyor. İkincil olarak hareketin mevcut kaynaklarını öyle bir derleyip toparlaması gerekiyor ki siyasi olaylardan büyük tahribatlar alan bir savrukluğun yerini beş veya sekiz bin kişilik, sınıf içerisinde konuşlanmış örgütçü kadroların oluşturduğu güçlü bir üye kitlesi alsın. Ancak bu şekilde DSA stratejik perspektifini kolektif bir şekilde geliştirir ve böylece hareket içerisinde her bir kimse, bir diğerinin ne yaptığına hâkim olur.

Bir, iki veya üç kişilik kadroları aynı anda işyerlerine serpiştirmek yerine bu işi olması gerektiği gibi yürütmek, yani en az on veya yirmi kişiyi işyerlerine yönlendirmek gerekir. Böylelikle kadrolar birbirleri ile dayanışır ve morallerini yüksek tutarlar. Bu insanlara göreviniz elli kişiyi daha sendikaya getirmek olsun demelisiniz. İnsanları sendikalara yönlendirmeli, DSA’ya değil. Şu anda insanları DSA’ya katmak için çokça bir gayret var fakat hedef bu olmamalı. Öncelikli hedefimiz insanları sendikalara örgütlenmek ve militan sendikalar inşa etmek olmalı.  

Metnin İngilizce aslına bu bağlantıdan erişebilirsiniz: https://jacobin.com/2022/07/vivek-chibber-interview-working-class-organizing-dsa


(1)New York Üniversitesi Sosyoloji Profesörü Vivek Chibber onlarca yılını işçi sınıfının sosyalizm açısından merkezi bir yerde durduğunu göstermeye adadı. Chibber, siyasi eğitim kılavuzlarını bir araya getirdiği Kapitalizmin ABC’si derlemesini kaleme almış ve aralarında “Sınıf Matrisi: Kültürel Dönüşüm Sonrası Sosyal Teori” kitabının da bulunduğu birçok esere imza atmış üretken bir yazar.

DAHA FAZLA