‘Vize Savaşları’nın hatırlattığı: Anti-emperyalizm ne değildir?
Anti-emperyalizmi uluslararası güçlerin jeopolitik pozisyonlarına indirgeyen ve konum alan anlayış eksiklidir. Sol hareketin anti-emperyalist strateji üzerine düşünmesi ve bu uğurda ilk olarak bir mıntıka temizliğine girişmesi gerekmektedir.
‘Vize savaşları’ ile başlayan ve devam eden ABD ve Türkiye ilişkilerinin seyrine dair solda geliştirilen tepkileri ilk elden incelediğimizde dikkatimizi çeken hususların başında solumuzda; emperyalizm, anti-emperyalizm gibi olgulara ilişkin kafa karışıklığının giderek yaygın bir hale gelmiş olmasıdır. Elbette, bu yaygınlaşmanın nesnel ve öznel nedenleri bulunmakla birlikte, tüm bu nesnel ve öznel nedenlerin analizini yapmaya çalışmak bir haber portalının sınırlarını epey aşacaktır. Dolayısıyla, önemli gördüğüm kimi noktalarda bazı hatırlatmalar yapmak istiyorum.
İlk olarak, emperyalizm nedir? sorusuyla başlamanın hayli yararlı olduğunu düşünüyorum. Kavramın tarihsel gelişimi üzerine uzun uzadıya konuşmak yerine sorunun cevabının, “kapitalizmin en yüksek aşaması” -hayli yalın bir biçimde- tanımlamasıyla Lenin’de mevcut. Emperyalizmin günümüzde yaşadığı hegemonik bunalımın varlığı ile emperyalizmin geliştirdiği bağımlılık ilişkilerinin yoğunluğu arasındaki çelişkinin gözden kaçırılması, Türkiye solunda anti-emperyalizmin jeopolitik pozisyon alışlara indirgenmesine neden oluyor. Burada dikkat çekmek istediğimiz nokta, emperyalizmin kapitalizmden koparılmaması gerektiğidir. Diğer bir deyişle, emperyalizmin jeopolitik pozisyon alışlara indirgenmesi, kapitalist üretim ilişkilerini, kapitalist sermaye birikim süreçlerini, devlet sorununu ve en önemlisi sınıf mücadelelerini ikincil hale getirerek, emperyalizmi tüm bu belirleyenlerden bağımsız ve dışsal bir olgu olarak değerlendirilmesine neden oluyor.
Bu dışsallaştırmanın iki doğal sonucu var: Birincisi, Tayyip Erdoğan’dan anti-emperyalist lider, islamcılıktan da anti-emperyalist müteffik yaratma kifayetsizliğidir. İkincisi, Türkiye gibi bir kapitalist ülkenin iç dinamiklerini görmezlikten gelerek, dış politikaya ilişkin her gerilimde sabahtan akşama emperyalizmin AKP/Saray Rejimi’nin üstünü çizdiğini vaz eden ‘boş kap’cılıktır. Her ikisi de ilk bakışta söylemsel açıdan birbirinin zıttı gibi görünmekle birlikte, ahistorik ve karşı-devrimcidir.
Halbuki emperyalizm günümüzde giderek içselleşmektedir. Daha somut bir biçimde söylersek, ABD emperyalizmi kurduğu bağımlılık ilişkisini belirli işbirlikçi odaklardan ziyade ya da onlara ek olarak daha farklı bir düzeyde kurmakta ve yürütmektedir. ABD emperyalizmi, ABD hegemonyasına giren bir ülkede, o ülkenin düzenine içkin bir özellik kazanmakta, o düzenin doğrudan içsel, organik bir parçası haline gelmektedir. Bu haliyle, dışsal bir unsur olmaktan ziyade, daha çok düzenle füzyona giren bir unsurdur. Bu türden bir egemenlik sistemi, kolay elde edilemeyecek olan bir ‘’değerler hegemonyası’’ üzerinde yükselmekte, organik bir entegrasyon ile yürümektedir.
Ne var ki, yazının başında hegemonya bunalımından bahsettik. Hegemonya bunalımından kastımız, günümüz emperyalizminin yaşadığı standardizasyon problemi ve ona eşlik eden emperyalist sistemin kurumsal ve siyasal mimarisine ilişkin tepkiselliklerin kendini güçlü şekilde ifade edebilir hale gelmesidir. Bu nesnel durum bize, daha rekabet odaklı, daha militerleşmiş dolayısıyla da istikrarsız bir uluslararası sistemin varlığına işaret etmektedir.
Meselenin kendi ülkemiz için düğümlendiği nokta tam da burasıdır. AKP/Saray Rejimi, özetlemeye çalıştığımız nesnel durumdan hareketle, kendinden önceki muadillerinden farklı olarak, uluslararası sistemde ‘’özerk hareket alanları’’ yaratmak veya var olanları genişletmek konusunda fazla ısrarcı bir yönelime giriyor.
Bu söylediklerimiz Türkiye ve ABD arasında yaşanan ‘vize savaşları’nı önemsizleştirmemekte tam tersine bu fazla ısrarcı yönelimin, yüzeyde AKP/Saray Rejimi’ni emperyalist sistem içerisinde bir merkezkaç kuvvetmiş gibi algılanmasına nasıl yardım ettiğini göstermektedir. Tam da bu nedenledir ki, bu yönelimden türetilen strateji, Türkiye kapitalizminin özellikle 1980’lerde başlayıp ileri düzeylere varan uluslararası entegrasyon süreçleri ve işgal ettiği coğrafi konum düşünüldüğünde ancak ve ancak bir rüya olabilir, anti-emperyalizm değil.
Dolayısıyla Türkiye solu, Türkiye kapitalizminin siyasal temsilcisi olarak AKP/Saray Rejimi’nin uluslararası sistem içinde yaratmaya ve genişletmeye çalıştığı “özerk hareket alanları”, bu anlamıyla değiştirmeye zorladığı pozisyonu ile anti-emperyalist mücadelenin gereklerinin nasıl bağdaştıracağını ve bu bağlamda da anti-emperyalist mücadele stratejisi üzerine yeniden düşünmeli ve kurgulamalıdır.
Bunun ilk adımı, solda mıntıka temziliğidir. Vize savaşları, solda mıntıka temizliğinin ne kadar önemli olduğunu bir kere daha göstermesi açısından da hayli önemlidir.