Volkan Şahin yazdı | Kuşatma altında kültür ve sanat
Pandemiyle birlikte ne yazık ki gerçek hayattaki olanaklarımız da ortadan kalktı. İnsanlar kabuklarına daha da çekildiler. Pandemi sonrasında kültür ve sanat hayatı nasıl şekillenecek, insanlar eski hayatlarına dönme arzusuna sahip olacaklar mı? Şimdilik bilemiyoruz.
Volkan Şahin
“Kuşatma” kelimesi, onu okuyan herkesin zihinde askerî bir terim olarak canlanıyor. Bazen bir kent, bazen bir okul, bazen bir ev; içeride olanlarla dışarıda olanların uzlaşmazlıklarının bir tarafın yok olmasıyla biteceği son ana dair bir görüntü. Kuşatma mutlaka böyle olmak zorunda değil. Öylesi tarihsel anların dışında kuşatma, eski toplum biçimi ile onu bağrında gelişmeye başlayan yenisi arasındaki ilişkiyi de işaret edebilir. Bu ilişki türlü alanlarda türlü şekillerde görülebilir. Bizim yazımız bağlamında bu ilişki kültür ve sanat alanında olacak.
Kültür ve sanat tartışılırken ideoloji hakkında uzun uzadıya serimler yapılması beklenir. Ben de elbette öğrencisi olduğum Türkiye sosyalist hareketinin burjuva ideolojisi-proletarya ideolojisi ikiliğini merkeze aldığımı söyleyerek ilgimizi tamamen pratik sorunlara çekmek istiyorum.
Öyleyse öncelikle “kuşatma” ile ne kastettiğimi açıklamak zorundayım.
Sanatçılar İspanya’da Pablo Hasel, Türkiye’de Grup Yorum ve BEKSAV emekçileri örneğinde olduğu gibi, yani ister demokraside olsun ister ileri demokraside(!) yaşasınlar, devletlerin baskısı altındalar. Bu durum, Ruhi Su’ya, Victor Jara’ya, Nâzım Hikmet’e, Pir Sultan Abdal’a, kim bilir daha nice örneklerle çok daha gerilere götürülebilecek bir gerçeklik. Sanatçılar bunun farkında olarak eser verirler. Dolasıyla “kuşatma altında kültür ve sanat” başlığını attığımda anlatacaklarım bir devrimci sanat tarihi olacaktır. Ama öyle değil.
Tüm dünyada son 10 sene boyunca hızla hayatımıza giren sosyal medya, tedrici bir şekilde günlük alışkanlıklarımızda değişiklik yarattı. Meramımı anlatabilmek için yine biraz seçmeci davranmak zorundayım. Bilişsel, ruhsal hayatı düzenleyen nesnelerle fiziksel temasın kopması bunlardan biri. Ne demek istiyorum? Doğaya gitmenin yerini doğa resimlerine “like” atmanın, arkadaşlarla buluşup hoş beş etmenin, dertleşmenin, dayanışmanın yerini whatsapp gruplarında “geyik yapmanın” almasını vs.i İkincisi sosyal medyada karşılaştığımız her şeyin aslında kendi tercihlerimiz olmadığı gerçeği. Tamam. Platform algoritmaları bizim davranışlarımıza bakıp eğilimimizi belirleyerek bizi oralarda daha fazla vakit harcamamızı sağlayacak gönderilere boğuyor. Ancak dikkat edilirse bu gönderiler bir biçimde en çok reyting alan gönderiler oluyor. Bu da kendi içinde mantıklı mantıklı olmasına da, bütün kültür ve sanat eserlerine ulaşmayı olanaksız hale getiriyor. Özellikle bütçesiz, popüler kültürden uzak üretimler milyonlarca gönderinin arasında kayboluyor. Üçüncü ve son olarak dijital film platformlarıyla da birlikte her türlü kültürel faaliyetin son bulmasının kesinleşmiş olmasını alalım.
Öyleyse şimdi karşımızda biri eski, bir yeni iki ayrı durum var. İlkinde fiziksel temas, kültür ve sanat faaliyetlerini fark edebilme ve ona gitme arzusu; ikincisinde tamamen sanal ilişki, yok sayma (sanma?) ve yoksunluğunu çekmeme.
Eski durumda, yetmişlerden itibaren alırsak, toplumcu edebiyat, tiyatro, sinema, işçi koroları ve devrimci sanatçılar hem proleter kültürün geliştirilip yayılmasında hem de emekçilerin örgütlenmesinde büyük başarılar elde etti. Hem biçim olarak hem içerik olarak öyle gelişti ki, bence ileride sadece bu tarihi yabancı dillerde anlatmak gibi bir ödev bile tanımlayabiliriz. Bu tarihin Grup Yorum’un neredeyse milyona varan bir kitleye verdiği konserlerde zirveye çıktığını da belirtmek gerekir ki, gözümüzde bir görüntü canlansın.
Tüm bu tarih boyunca elde edilen başarının tutsaklıklarla, işkencelerle, Ruhi Su’da olduğu gibi ölüme terk etmelerle dolu olduğunu unutmayalım. Yani ortalık güllük gülistanlık değildi.ii Devrimci hareketin güçlü olduğunda da güçsüz olduğunda da devrimci sanatçılarla halk arasındaki fiziksel bağın hiç kopmadığını diğer bir kanıt olarak alabiliriz.
Günümüzde ise düzen dışı tüm sanatçılarla halk arasında bir kopma söz konusu. İşte başlıkta yer alan “kuşatma” sanatçılarla halkın fiziksel bağlantısını koparan tüm koşulları ifade etmektedir. Her şeyden önce burjuva ideolojisinin kültürel saldırılarını ve yozlaşma zeminini taşıyan sosyal medya bunlardan biridir. Onun yarattığı, insanları genelde toplumsal olandan, özelde teker teker birbirlerinden koparan yeni davranış alışkanlıklarıdır.iii
Henüz on yıllık olan bu ikinci durumda eski duruma ait yöntemlerin işe yaramadığını görmüş bulunuyoruz. Sosyalist hareketin kültür ve sanat alanına bakışını değiştirmesi gerekmektedir. Örneğin kültür merkezleri ister sık sık basılsın, ister bahçelerindeki ağaçların gölgesinde huzurla çay içilsin, ne yazık ki artık halkla buluşma olanağı sağlamıyor. Ünlü sanatçıların davet edildiği etkinlikler onları daha çok ünlü etmekten öte bir işe yaramıyor. Yapılan şarkılar dinlenmiyor. Kitaplar, dergiler zaten okunmuyor.iv
Pandemiyle birlikte ne yazık ki gerçek hayattaki olanaklarımız da ortadan kalktı. İnsanlar kabuklarına daha da çekildiler. Pandemi sonrasında kültür ve sanat hayatı nasıl şekillenecek, insanlar eski hayatlarına dönme arzusuna sahip olacaklar mı? Şimdilik bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey, kültür ve sanatı tek başına düşündüğümüzde iyimser olmamızı gerektirecek hiçbir verinin kalmadığı.
Bu durumda korkunç bir tabloyla karşı karşıya olduğumuz iddia edilebilir. İnsanlar her gün burjuva ideolojisinin, her türlü gericiliğin türlü “etkileşimlerine” maruz kalıyorlar. En bilinçli görebileceğimiz eski bir x dergisi okuru, “büyük resmi görebilmek adına” komplo teorilerine inanabiliyor. Bundan daha vahimi sol görüşlü insanlarımız muhalif kılıklı kimi ekonomistlerin “ilerlemecilik” adına paylaştıkları burjuva ahmaklıkların yayılmasına vesile olabiliyor. Liberal saçmalıklar sola sokulmaya çalışılıyor. Birileri örgütlense, bir protesto olsa “Silivri soğuktur” şakaları ortaya çıkıyor. “Elim kırılaydı da oy vermeseydim” diye röportaj veren emekçi halktan hacı amcalar veya türbanlı kadınlar “az bile çekiyorsunuz, müstahak size” ile “yine gider oy verirsiniz g.. kılları” arasında gidip gelen sosyal linçlere maruz kalıyorlar. İktidarın her hamlesi, goygoya vesile oluyor. Bu goygoylar fenomenlerden sıradan insanlara, oradan örgütlü sosyalistlere sirayet edebiliyor. Burada sayamadıklarımla birlikte tüm bu örnekler diğer koşullarla birlikte düşünüldüğünde, örgütsüz, tweet atma dışında hakkını arama yollarına gözlerini kapamış veya pratik beğenmeyen tipler yaratıyor.
Yazının sonlarına doğru dilimin sertleştiğinin farkındayım. Bir kuşatmadan bahsediyorsak onun olası sonuçlarının hafif olacağını söyleyemeyiz. Belki askeri anlamda kuşatma tarifimi yinelersem daha iyi anlaşılır: “İçeride olanlarla dışarıda olanların uzlaşmazlıklarının bir tarafın yok olmasıyla biteceği son ana dair bir görüntü.” Şimdi bizler sosyalist, devrimci, ilerici, toplumcu, halktan yana sanatçılar olarakv kuşatmanın içindeyiz. Yok olmamayı, kuşatmayı nasıl yarabileceğimizi bir başka yazıda paylaşmak istiyorum.
Sorunun sadece biz sanatçıları ilgilendirmediğini hatırlatarak…
DİPNOTLAR
i Whatsapp gruplarının sessize alınabildiğini unutmayalım
ii İbrahim Gökçek ve Helin Bölek’in konser hakkı için hayatlarını feda ettikleri ölüm orucunu anmamamın nedeni, dönem ayrımı içinde ikincisine denk gelmesi ve yazımızın meramı içinde hakkının yeterince verilemeyeceği kaygısıdır. Yoksa bu direniş Türkiye ölçeğinde değil, dünya ölçeğinde devrimci sanatçılığın doruk noktasını temsil etmektedir.
iii Sosyal medya, hele Twitter, insanların siyasi tepkilerini birbirlerine bağlı kalarak yaymalarına şimdilik müsaade etse de ortada gerçek bir bağ yoktur. Egemenler için bu bağın potansiyeli bile tehlikedir. Etkili olmalarının nedeni başka bir şey değildir. Bunu da not etmiş olalım.
iv İnsanların sosyal medyada hâlâ eski eserleri bulup takip etmeleri de başka bir vakıa. Onlara sorduğunuzda “artık hiçbir şey eskisi gibi değil” diyeceklerdir. Bizler de “doğrudur mesela siz” diye cevap verebilmeliyiz.
v Halkla buluşmayı popülerlik, para gibi kişisel çıkarları geride bırakarak kendine dert edenler, kendilerini nasıl tanımlarlarsa tanımlasınlar, bir olumluluk olarak alıp aynı kategoriye koyuyorum.