Yağmur’u andığım, Bergen’i izlediğim bir günün ardından
Bu kavgada adını sayamayacağımız kadar kadın kaybetsek de hiçbir kadının öldürülmediği bir ülkeyi, biriktirdiğimiz acımız, hıncımız ve örgütlü öfkemizle kuracağız.
Selin Erhan
Gündüz aynı okulda okuduğum ve bir kadın cinayetine kurban giden Yağmur’un okuduğu fakülte önünde, yüzlerce sıra arkadaşının katılımıyla düzenlenen anmaya gittim. Yeditepe Üniversitesi o güne “özel” okul kartları ile kimlik kartlarının uyumunu kontrol ediyordu ve okulda derslerin çoğu anma sırasında işlenmeye devam etti. Ben de anmaya birlikte katıldığım yoldaşıma “Her sınıfın acısı kendisinindir, sınıflar da öğreniyorlar” dedim. Aynı günün akşamında ise haftalar önce biletini aldığım ve sabahında böyle bir anmada olacağımı hiç düşünmediğim Bergen filmini izlemeye gittim. Böylesine derinden sarsıcı bir günün ardından belki de çoktan yazılmış olanı tekrar yazmakta, söylenmiş olanı doğru olduğuna duyduğum güvenle yeniden ifade etmekte bir beis görmüyorum.
Dünya hassas kalpler için bir cehennem
Yaşadığımız dünya, klasik bir aksiyon filmindeki siyah giyimli, mimiksiz ve kararlı bir keskin nişancı gibi göz kırpmadan; toplumsal acı, keder ve trajedi üretmeye devam ediyor. Her geçen gün “timeline”ımızda başka türden skandallar ve bu skandalların cezasız bırakılışıyla karşılaşıyoruz. Her birini aklımıza kazımanın imkansız olduğu bu acılar hele de Türkiye gibi siyasetin hızlı işlediği, suçların üstünün işlenmelerinden bile hızlı kapatıldığı bir ülkede tüm bu toplumsal olaylar daha da normalleşiyor ve beyaz gürültü misali toplu bir kaos olma hali kazanıyor. Yağmur’un anmasında Rektör Bey’in bilinçli veya bilinçsizce bana son derece ikiyüzlü gelen ve beni öfkelendiren sözlerini sizlerle paylaşayım. “Ateş düştüğü yeri yakarmış, bugün de ateş bizi yaktı. Bu acıları belki engelleyemeyiz, bireysel olarak hiçbir şeyi değiştiremeyiz fakat kendi vicdanımızı düzeltebilir ve sevgiyi yayabiliriz.”
“Umrumda değil gördüklerim
Görmediklerimi istiyorum, o kadar” (1)
Toplumsal cinsiyet eşitsizliği ne mağdurlarla empati kurarak, onlara acımamızı sağlayan vicdanımızla ne de sevgiyi “manifest” etmemizle çözülür. Hatta Rektör Bey’in kaçırdığı çok açık bir istatistik der ki: kadın cinayetlerinin çoğu eş, sevgili, baba, abi gibi kadınların en yakınları, onlara diğer tüm insanlardan daha yakın ve sevgi duymasını gerektirecek yakınlık seviyesindeki insanlar tarafından işlenir. Yağmur’u bizlerden koparan da eski “sevgilisinden” başkası değildi. Toplumda karşılıklı olan, toplumun belirli bir kesimi tarafından başka bir kesimine yönelik geliştirilen ve kronikleşen davranış bütünlüğü ne kişisel sevgiyle ne de empatiyle çözülür. Çözülecekse de evrenin kısacık periyodunda var olan insanlığın günümüze gelene kadar tarihe sığdırdığı trilyonlarca trajik olay vardır. Bu görüş, ırkçılığı Yahudilerin toplama kamplarında çektiği acıları hatırlatarak bitirilebileceğini söylemekten daha doğru değildir. Kadın cinayetleri toplumumuzun kronikleşmiş bir davranış biçimidir ve ancak toplumsal olarak çözülebilir. Aynı şekilde vicdanlı, psikolojik olarak gelişkin erkekler yetiştirmek ve bir şiddetin, tacizin, cinayetin faili olmuş birini hastalıklı olmakla, psikolojik olarak deforme olmasıyla suçlamak da aynı hataya düşmek olacaktır. Toplumumuzdaki sorun fazla delimiz olması değildir. İçinde bulunduğumuz sistem kadınların özgürce ve eşit yaşamasına karşı sürekli olarak saldırı halindedir ve bu saldırı da kendi karşılığını toplumun içinde yeniden üretir. Buradaki kilit kelime içindedir. Ne birtakım canavarlar ne de nefsin hakim olamadığı azgınlıklar… Toplumsal cinsiyet eşitsizliği varlığımız kadar somuttur. Bunun toplumun dışındaki bir delilik olduğunu ifade edecek her bir kişi de konuya düz dünyacılar kadar bilimsel yaklaşmaktadır. Durum buyken sebeplerini ve önlemlerini bilimsel olan yöntem ile konuşmak, yeri geldiğinde tekrarlamak ayrı bir önem kazanır.
Kaza geliyorum demez
Kaza geliyorum demez fakat kadın cinayetleri der. Her biri bir öncekinden daha sarsıcı, kuvvetli ve en önemlisi istikrarlı olan psikolojik, sözlü, fiziksel taciz ve şiddet sürekli artarak devam eder. Bergen filminde her sahnenin bir öncekinden daha dayanılmaz olmasının sebeplerinden biri de budur. Kendi özgürlüğünün kısıtlanmasına karşı harekete geçen, tek “suçu” hayallerinin peşinden koşmak olan Bergen, güzeller güzelinden acıların kadınına dönüşür. Sahnede bıçaklanmasına rağmen şarkı söylemeye devam ederek direncini ifade eder ve ağırlıklı bir kısımını gözlerimiz dolu izlediğimiz filmde göğüsümüzü kabartan sayılı sahnelerden birine imza atar. Fakat yaşadığımız dünya bu direnç dolu haliyle filmi bitirecek kadar iyimser bir yer değildir. Filmin sonu da aynı trajiklikle son bulur ve az önce bir kadın cinayetini gözlerimizin önünde sergileyen failin aynı şehirde serbestçe yaşadığını, hatta kendisi bile absürt seviyede az olan 15 yıllık cezasının iyi hal ile çok ufak bir kısmını yattığını öğreniriz.
Bunlar karşısında yapabileceğimiz, Rektör Bey’in de dediği gibi gerçekten de bireysel olarak farklı bir suç işlemekten başka yapılacak hiçbir şey yoktur. Fakat toplumsal olarak, bütün kadınlarla omuz omuza gelerek yapabileceğimiz ve sahip olacağımız bir dünya vardır. Aslolan, toplumsal fark yaratabilme, kötüyü yok etme ve iyiyi inşa etmemizi sağlayacak olan mücadelenin kendisidir. Bugün Adana Kozan’da failin yaşadığı yerde bu filmin gösterimi gerçekleştirilmiyorken yaptırma iradesi gösterilmesi, buna zorunda bırakılması gerekirse Halis Serbest’in onu sokakta özgürce dolaştıran çürümüş adalet sistemimize karşı sokağa çıkmaya yüzü ve cesareti kalmamasını sağlamaktır. Yağmur’un adı okuduğu sınıfa verilmeli, yapılması gereken kampüslerimiz ve liselerimizin toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin eşitlendiği yerler haline getirmektir. Bu kavgada adını sayamayacağımız kadar kadın kaybetsek de hiçbir kadının öldürülmediği bir ülkeyi, biriktirdiğimiz acımız, hıncımız ve örgütlü öfkemizle kuracağız. O zaman sokaklar faillerle değil özgürlükle dolup taşacak.
(1) Mine Özgüle, Kördüğüm şarkısından