Serkan Genç
Bütün kavramların içlerinin boşaltılıp, birbirlerine lego gibi geçirildiği ve sonunda koca bir hiçin ortaya çıktığı zamanların ertesiydi yaşadığımız çağ. Ardı ardına atılmış yüzlerce biber gazı fişeğinin yarattığı gaz bulutunun ortasında kalmış bir çocuk gibiydik, aklımız erip düşünebilmeye başladığımızda. Etrafımıza bakıyorduk önümüzü görmek için. Acıyordu beyaz dumana çarpınca, gerçekleri öğrenmenin diyeti olmalı deyip kıstığımız, biber gazına maruz kalma yüzeyi küçülünce de daha az acıyan gözlerimiz. Nasıl bakarsak bakalım, görüş açımızın sınırları önceden çizilmişti oysa; öne doğru uzattığımızda elimizi görebilecek kadardı ancak, bir metrenin altında. Ötesi yoktu. Ötesi rüzgara kalmıştı. Rüzgar esiyordu bazen, gözlerimizin önündeki beyaz karanlığı temizliyordu. Temiz hava da demekti rüzgar, gerçeği görme uğrunda aldığımız her nefes burnumuzu, boğazımızı yakıyordu çünkü. Yaşamak denirse yaşıyor, yürüyor, nefes alıyor, etrafımıza bakıyorduk. Düşünmeden yaşamayı başarabilsek sorunsuz bir hayatımız olabilecekti belki. O bize dokunmayan yılan, belki hiç dokunmayacaktı, bırakalım bin yaşasaydı. Ne biliyorduk ki? Gözümüzün önünde komşumuzu ısırmış olsa bile, belki bize dokunmadan yanımızdan geçip diğer komşularımıza gidecekti? Bin yaşayacaktı orada da belki bizi ısırmadan. Neden durduk yere başımızı ağrıtmıştık ki? Evet, rahat etme ihtimalimiz vardı belki, düşünmeden yaşayabilsek, fikir sahibi olmadan, soru sormadan, kimseyi kendinden çok sevmeden, aşık olmadan.
Darbeyle doğan zavallı kuşaktık. Bilgi elimizin altındaydı ve hiçbir zaman ona ihtiyaç duymayacaktık. Emek vermek yerine kısa yoldan yırtmaya özendirilecektik. Görsel medyanın gücü, milyonlarca beyini tek bir tuşla idare etmenin zahmetsiz bir yolu bulunmuştu çünkü; televizyon. Çağdaşımız diktatörler, gücü ellerine geçirdiklerinde ilk iş olarak televizyon kanallarını bağlayacaklardı kendilerine bu yüzden, güçlerine güç katacaklardı. Önce patronlar uyarılacak, yola gelmeyenlerin kanalına, gazetesine el konulup tanıdıklara verilecek ya da ağır vergi cezalarıyla korkutulacaktı. Sonra televizyonlarda yayın yapan haber programı sunucuları, sonra tartışma programlarına katılan gazeteciler, kadrolu haber programı konukları oluşturulacaktı maaşlarının kim tarafından yatırıldığı sürpriz olmayan. Sonra köşe yazarları, sonra gazeteler, sonra halkın haber alma hakkı uğruna kurulduğuna inanıp çalışan her bir emekçi gazeteci. İnatçı olanlar derhal talimatla işlerinden edileceklerdi. Kalanlar giden meslektaşları için üzülecek ama seslerini çıkarmayacaktı.
Eğitim sisteminin eksikliği, aksaklığı, başarısızlığı da hizmet edecekti bu büyük ülküye. Verdiğimiz emeklerin karşılığını hiçbir zaman alamayacağımızı zihnimize kazıyacaklardı, güçlendikleri her kanaldan. Emeksiz kazanımlar elde etmiş bir toplumun hesap sorma, sorgulama yeteneği de, hakkı da olmuyordu çünkü. Her şeyin "hazır" hali üretiliyordu nasıl olsa, ne diye dikbaşlılık edilsindi ki? Hazır çorbalar, hazır makarnalar, meyveye dokunmayı gerektirmeyen hazır meyve suları, gerçekten sevmeyi gerektirmeyen içi boş ambalaj tavırlara düşkün hazır sevdalar, analitik düşünme yeteneği gerektirmeyen hazır fikirler. Bize soru sormayın da ne yaparsanız yapın denilecekti neredeyse. Seveceğimiz kişileri de, nefret edeceklerimizi de, linç edeceklerimizi de söyleyeceklerdi. Ahmet Kaya'nın toplumsal lince uğratılıp yurt dışına çıkmaya zorlanmasına üzüldüklerini söyleyeceklerdi aynı linci Memet Ali Alabora için yaparken. On yedi yaşında masum yere asılan Erdal Eren için gözyaşı dökeceklerdi, on dört yaşında öldürülen Berkin Elvan'ı meydanlarda terörist ilan ederken. Cennet annelerin ayaklarının altındaydı belki ama, meydanlar da on dört yaşında öldürülmüş bir çocuğun annesine toplu şekilde yuh çekebilecek kadar da kendinden geçirilecekti. Gerektiğinde anamızı da alıp gidecektik, karışacaktık yalnız ve öksüz bırakıldığımız hayat kavgamıza. Ve binlerce uyuşturucu satıcısına dokunulmazken, Deniz Seki satıcı diye tutuklanıp içeri atılacaktı, toplumsal bir oh çekelim diye. Yakın geçmişimizde yüzlerce maden işçisi göçük altında kalıp ölmemiş, bombalar patlayıp insanları öldürmemiş, ölüme henüz çok uzak gençler dövülerek, vurularak, bombalanarak topraklar altına konulmamış, ayakkabı kutularında paralar saklanmamış, kamyonetler dolusu paralar sıfırlanmamış gibi yapıp bir oh çekmemiz beklenecekti.
Aşk; kendinden çok sevmeyi gerektiren, onunla hayat bulan, ilk defa onunla nefes alındığı hissedilense, ya da anlatılamayacak, yazılamayacak, çözülemeyecek kadar uzun çok bilinmeyenli bir denklemse, ya da sadece karın ağrısı, kalp çarpıntısıysa, ya da basit bir hormonun o an denk gelip salgılanmasıyla ortaya çıkan ateşli bir hastalıksa, ya da tanımı her ne ise o cennetle cehennemi aynı anda yaşatanın, tam da o beyaz dumanların ortasında kalıp, önünü görmek için gözlerini kısan çocuğun duygusuyla örtüştürmeden nasıl anlatılırdı ki?
Aşkı da, yabancı bir film isminin aslına uygun olmayan çevirisinde tanımıştı bir nesil maalesef. Sanki sadece filmlerde görülür, filmlerdeki gibi yaşanır ve kasımda başka olurmuş gibi. Oysa değişik formlarla doğar ve anavatanı hep yürek, aşk her zaman aynı, her zaman başkadır.