Yapısal düzenlemeler koronavirüs krizinin önünü nasıl açtı?
Güney ülkelerinin pandemiye müdahalesi, sadece küresel borçlar yüzünden değil, aynı zamanda en başında kredi alabilmek için kabul etmeleri gereken neoliberalizm tarafından da engellenmiştir.
Yazar: Adele Walton
Çeviren: Metehan Bozkurt
Salgının başlangıcından beri, artan küresel eşitsizlik eleştirileri bir kez daha gündeme geldi. Yoksul ülkelerin virüsün yayılmasını kontrol altına almalarının ve nüfuslarını aşılama kapasitesinin son derece zor olduğu kanıtlandı.
Bu sadece maddi yetersizliğe değil; özünde 'kalkınma' adı altında Batı’nın kaynak çıkarma ve sömürü geleneğine de bağlıdır. Neoliberal kapitalizm, kemer sıkma ve özelleştirme yoluyla kamu mallarına yapılan kırk yılı aşkın saldırıdan sonra, Güney ülkelerinde yaşayan insanların büyük çoğunluğunun hala risk altında olması ve hayati sağlık hizmetlerine erişememesi anlamına gelmektedir.
Giderek artan neoliberal kalkınma gündemindeki bir dönüm noktası, yaygın olarak SAP'ler olarak adlandırılan 1980'lerin Yapısal Uyum Programları'ydı. Uluslararası Para Fonu’ndan maddi yardım almak isteyen ülkelerin, kredi alabilmek için SAP'ler tarafından belirlenen koşulları yerine getirmeleri gerekiyordu. Bu koşullar arasında kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, ticaret ve finansal piyasaların serbestleşmesi, finansallaşma, sosyal harcamaların azaltılması gibi durumlar yer alıyordu. Bu politikaların yürürlüğe sokulması, kalkınma adı altında Batı'nın, özellikle de finans kurumlarının çıkarlarını meşrulaştırmaya yönelik ortak bir çabaya işaretti.
Bu müdahalelerin arkasındaki ideolojik oluşum ise Washington Konsensüsü'ydü. Serbest piyasa ideolojisine yönelik bu oluşum, uluslararası şirketlerin yanı sıra zengin ülkelerin çıkarlarını ön planda tutuyor, dönüşüme iki Amerikan finans kurumu öncülük ediyordu. 1980-2014 yılları arasında gelişmekte olan 137 ülkeden 109'unun en az bir programa girmesi gerekti.
Günümüzde bu programların, yoksul ülkelerin sadece ekonomilerini güçlendirme kapasitelerini değil, aynı zamanda ihtiyaç sahiplerine temel hizmetler sunma kabiliyetlerini de zayıflattığının kanıtları önümüzdedir.
BORÇ SORUNU
Yıllarca süren şartlı borçlanmalardan biriken borçların artması, zengin ve yoksul ülkeler arasındaki eşitsizlikleri daha da kötüleştirdi. Yakın tarihteki bir araştırma, 41 ülke arasındaki mali harcamaların gayri safi yurt içi hasılatının yüzde 0,35 ila 42,3'ü arasında değiştiğini ortaya koydu. Yüksek borç ödemeleri ve sıkı politika koşullarıyla SAP'ler, yoksul ülkelerin sosyal refah harcamaları veya başka önemli önlemleri sağlayarak salgını atlatma kapasitelerini sınırladı; 25 ülke 2019'da sağlık, eğitim ve sosyal güvence harcamalarının toplamından daha fazla parayı borç ödemelerine harcıyordu, yani uluslararası bir sağlık krizinin büyük zararı, nüfuslarının geniş bir kesimini temel hizmet ve kaynaklardan mahrum bıraktı.
IMF ve Dünya Bankası sürekli olarak toplumsal kalkınmanın sadece eşitlikçi değil, aynı zamanda ulaşılabilir olmasını sağlayamadıklarını gösterdi. IMF, bu ikilemle başa çıkmak için 650 milyar dolar değerinde özel borç hakkı tahsisi önerdi; bu ülkelerin aşı ve salgına yönelik diğer yardım önlemleri için finansman sağlamalarına olanak sağlayacaktı. Ancak bu tür önlemler bir yere kadar gidiyor: özel borçlar ülkelerin IMF'deki ilgili mali katkı paylarına göre tahsis ediliyor, yani 'yüksek oranda borç açığına sahip’ olarak sınıflanan ülkelere sadece yüzde sekiz tahsis edilecek. Salgın sistemin zenginlik, güç ve ayrıcalık avantajlarına zaten sahip olan ülkeler lehine nasıl uyarlandığını tekrardan ortaya koyuyor.
ÖZELLEŞTİRME PROGRAMLARI
SAP’lere bağlı bir diğer durum da şirketlere yeni bir kar alanı sunmak amacıyla sağlık hizmetleri ve sistemlerinin özelleştirilmesiydi. Sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi ile küresel olarak hizmetlerin kalitesinin ve verimliliğinin düşmesi bağlantılıdır. Dünyanın en eşitliksiz toplumu olan Güney Afrika'da yapılan bir araştırma, özelleştirmenin nüfusun çoğunluğu için sağlık hizmetlerinden mahrumiyetin birincil nedeni olduğunu ortaya koydu; Hindistan ise Covid pandemisi baş gösterdiğinde sağlık sektöründe özelleştirmenin otuzuncu yılına giriyordu ve bu, hükümetin kamu sağlık ihtiyaçlarını özel sektörün kârının önüne koymasını ciddi ölçüde engelledi. Kaynak tahsisine yönelik merkezi düzenlemelerin olmaması, ikinci dalgasının zirvesinde oksijen yetersizliği yaşadığında ülke için felaket sonuçlar doğurdu.
Yapısal Uyum Programı (SAP) uygulamasından bu yana serbest ticaret politikalarının da adaletsiz ticari ilişkiler yaratması daha zengin ekonomilerin kaynak akışındaki kontrollerini güçlendirdi. Dünya Ticaret Örgütü'nün TRIPS anlaşmasına dâhil olan küresel tekeller, yeni ilaç yatırımcılarına istedikleri fiyatları tahsil etmeleri için yirmi yıllık bir tekel verdi. Sonuç olarak büyük ilaç tekelleri, bu erişim uçurumundan büyük kârlar elde etti.
Bu uluslararası politika öğelerinin neo-sömürgeci doğası (temel kaynaklara erişimi kısıtlamak ve yoksunluk koşullarından yararlanmak gibi) aşı dağıtım programlarına da yansımıştır. Aşı eşitsizliği, Covid-19 çağında küresel eşitsizliğin yeni yüzü haline geldi. Küresel olarak enjekte edilen 1,3 milyar aşının sadece yüzde biri Afrika'da uygulanırken, Kanada her birey için on dozdan fazla aşı sağladı.
SAP SONRASI GELECEK
İleride tüm dikkatimizi şartlı borçlandırmanın etiğe aykırı doğasına ve temel ilaçlar üzerinde ahlaksız tekeller üretmesine vermemiz gerekir. Güneydeki yoksul ülkeler bu aşılara erişmekte zorlanırken, zaten zayıflamış olan sağlık sistemleri ölümcül bir darbe daha almaktadır.
Şimdi ise dikkatimizi, Güney ülkelerindeki devrimci liderlerin gerçek çözümler yaratmak için tarih boyunca gösterdikleri uluslararası işbirliği çabalarına vermeliyiz. Borç reddi ve borcun sömürgeci kökenleri uzun zamandır özgürlük hareketleri ve liderleri için bir odak alanı olmuştur. Burkina Faso'nun son lideri Thomas Sankara'nın savunduğu gibi: 'Bize borç verenler bizi sömürgeleştirenlerdir. [...] Bu borçla hiçbir bağlantımız yoktur. Bu yüzden bunun bedelini ödeyemeyiz.'
Basitçe söylemek gerekirse, SAP koşullarının neo-sömürgeci doğası, Kuzey ve Güney ülkeleri arasında bir sömürü ilişkisi yaratır ve sonuç olarak sürdürülebilir sosyal kalkınmayı durma noktasına getirir. Daha zengin ülkeler bir tür normalleşme sürecine girerken, Güney’deki yoksul ülkeler geri bırakılmaktadır. Haksız yere uygulanan borç yükleri, yoksul ülkelerin potansiyellerini ve küresel olarak sağlık standartlarını iyileştirecek adımlar atmalarını çok uzun süre engelledi; Küresel bir salgının ardından, bunlar dünyanın siyasi liderlerinin artık görmezden gelemeyeceği bir seviyeye ulaştı.
Kalkınmayı bağımsızlaştırmak etmek istiyorsak, küresel, politik ve ekonomik Batı hegemonyasından uzaklaşmayı hedeflemeliyiz. Kapitalizmin yeni formlarının yoksulluğa çözüm olmasını beklemek bir seçenek değildir.
Kaynak: Tribune