12 Eylül solu ve Haziran solu

Madem hala “Haziran günleri”nin menzilindeyiz, o halde Direniş’in yarattığı dönüşümlere bakmaya devam edelim.

Az buz şey değil, Haziran Direnişi, geçen yazıda da bir boyutuna değindiğimiz gibi, ülkemizde toplumsal ilişkilerden siyasal yapıya, kültürel ve ideolojik yatkınlıklardan örgütlülük tarzına kadar birçok meselede önemli değişiklikler yarattı. Hadi yarattı demeyelim de, değişim ve dönüşüm için vaktin azalmakta olduğunu, artık hızlanmak gerektiğini göstermiş oldu diyelim.

Bu açıdan baktığımızda, özellikle sosyalist harekette bir süredir kendini hissettiren, fakat Haziran Direnişi ile birlikte artık inkar edilemez bir ihtiyaca dönüşen dönüşümün 12 Eylül’den sonra edinilen tarzla ve bunun terk edilmesiyle alakalı olduğunu söylemeliyiz.

“Tarz” sözcüğüyle, bir siyasal programın hayata geçirilmesi için yürütülen mücadelede mevcut nesnellikle ilişkilenme, kendini konumlandırma, görevleri önceliklendirme biçimini kast ediyoruz. Dikkat edilirse, “siyasal program”ın kendisi tarz olarak adlandırılmıyor. Dolayısıyla, “tarz değişikliği” dendiğinde siyasal programın da değişeceğini düşünmenin gereği yoktur. Değişmesi gereken ve “tarz değişikliği” olarak tanımladığımız yatkınlıklar, daha çok programın hayata geçirilme biçimi, üslubu ya da yordamıyla ilgilidir.

Ve Türkiye’nin içinden geçtiği koşullarda, sosyalist hareketin biriktirdiği deneyim de hesaba katılarak, 12 Eylül koşullarında biçimlenmiş tarz, bugünün mücadelesini taşıyamamak şöyle dursun, sosyalist hareketi geriye çeken başlıca etkendir.

Peki nedir bu tarz? 12 Eylül solunu karakterize eden konumlanma, ilişkilenme ve önceliklendirme biçimi nasıl tarif edilebilir?

***

12 Eylül solu dibine kadar nesnelci ve yine dibine karar öznelcidir. İlk bakışta paradoksal görünmekle birlikte, en üst derecedeki nesnelcilik, kendisini aynı zamanda ifrada vardırılmış bir öznelcilikle tamamlar. Sosyalist özneyi kuşatan toplumsal ve siyasal koşulların su sızdırmaz bir katılık içerdiğini varsayan nesnelcilik, içine kapanan öznenin kendi dünyasında sınırsız bir irade ve etkinlik içerisinde olmasını gerektirir. Dış dünya ile iç dünya arasındaki bağın bir yerden sonra kopması, dışarının tehlike ve risklerle, içerinin de korunma ve arılıkla tanımlanması da, nesnelcilikte ve öznelcilikte sonuna kadar gidilmesinin sonucudur zaten.

12 Eylül solu, dışındaki nesnelliği ve kendi öznelliğini aşırılaştırdığı ölçüde, ayrıksı, hatta “marjinal” bir kültür ve tipoloji oluşturma yoluna gitmiştir. Devrimci akımların ve hareketlerin kendi kültürlerini ve tipolojilerini yaratmalarında özel bir sorun yoktur aslında. Sorun, bu kültür ve tipolojinin dış dünya ile temasının kopması, hatta bizzat bu temassızlık ile tanımlanmaya başlamasıdır. Giderek sosyalist öznenin kültürü ve tipolojisi, çevresi ile uyumsuz, toplumla ilişki tutturamayan, özel bir ayrıcalık duygusunu yeniden üretip daha da yabancılaştıran, “ezoterik” denebilecek bir özellik kazanır.

Kendi öznelliğini sivrilten, ayrıksı bir kültür ve tipoloji geliştiren 12 Eylül solu, iç ilişkilerini de yine kendinden menkul bir dizgeye ve dile göre düzenler. Özellikle liderlik söz konusu olduğunda açığa çıktığı gibi, hiçbir toplumsal karşılık taşımayan veya temsiliyet gücü bulunmayan bir ekip, sırf iç dünyanın öznel kriterlerine uygun oldukları için (o kriterleri de genelde kendileri belirlemiş olurlar zaten) liderlik misyonuna sahiptirler. Paralel biçimde, iç dünyanın görev paylaşımında da aynı kriterler uygulanır. “Bölge yürütmesi pratik sekreteri” ya da “ideolojik çalışmalar koordinasyon birimi üyesi” gibi toplum açısından hiçbir anlam ya da temsiliyet içermeyen “rütbeler”, sadece o insan topluluğunun anlayacağı ve değer vereceği sıfatlar olarak baş tacı edilir.

12 Eylül solunun toplumla ve emekçi sınıflarla bağı zayıftır, hatta tümüyle kopuktur. Zaman zaman toplumsallaşma gereği üzerine konuşulsa ve kimi denemeler yapılsa da ulaşılan sonuçlar devede kulak kadar kalmaktan kurtulamaz. Zaten siyasal ve örgütlü etkisi biraz olsun yaygınlaştığında evhama kapılan 12 Eylül solu, hızla geriye çekilmeye, kendi steril alanına gömülerek “bulaşık”lıklardan kurtulmaya hazırdır. Bu nedenle kitlesel eylemler ve etkinliklerle, güçlü bir halk temsiliyeti elde ederek yürütülecek bir mücadele hep geleceğe havale edilir. “Müfreze tipi” öncü eylemler, eksantrik sloganlar, “put kırıcı” çağrılar, sadece birkaç yüz kişinin ilgisini çekecek “avangart” denemeler hem kolaydır hem de ayrıcalık duygusunu okşadığı oranda zevklidir.

Kendi öznel dünyasına tümüyle gömülmüş olan 12 Eylül solu için siyasetin ve mücadelenin öncelikli görevi de kadrolaşmadır. Kadrolaşma, kuşkusuz, bir siyasal öznenin uzun soluklu ve birikim gerektiren mücadelesini sürdürmek için yaşamsal bir ihtiyaçtır. Ancak örgütlü mücadelenin salt kadrolar topluluğu ile yürütüleceğini sanmak 12 Eylül soluna özgü bir anlayıştır. Bunun somut görünümü ise, yaygınlaşma, kitleselleşme, toplumsallaşma gibi hedeflerin kadrolaşma ile kıyaslanarak ikincilleştirilmesi olmaktadır. Söz konusu kadro topluluğu ayrıksı ve ayrıcalıklı bir kültür ve tipoloji ile sıvandıkça, kitleselleşme ve toplumsallaşma hedefi de giderek imkansızlaşır. Sonuçta ortaya çıkan, marksist kuramın ya da sosyalist düşüncenin derinliğine kavranması değil, kendi ayrıksı ve ayrıcalıklı topluluğuna bağımlı bir elit/seçkin kolektifidir.

12 Eylül solu, ideolojik mücadeleyi bütün bir mücadele sürecinin temel amacı ve gerekçesi olarak görür. Siyasal mücadele ile ideolojik mücadele arasındaki ilişkilerin tarihsel ve dönemsel niteliğini yok sayarcasına, her tür gelişme ya da gündem karşısında “ideolojik” kazanımlara yönelir. Bir grevin ya da yerel direnişin gündelik başarısına burun kıvırıp geleceğin sosyalist toplumunda hangi kararları hayata geçireceğini propaganda etmeyi yeterli bulur. Oysa toplumsal yaşamın hareketlendiği ve kendiliğinden mücadele örneklerinin arttığı dönemlerde siyasal mücadele hem daha fazla belirleyicilik kazanır hem de ideolojik mevzilerin korunması ancak siyasal kazanımlarla sağlanır. 12 Eylül solu ise, gündelik mücadelelerle, somut kazanımlarla, ufak mevzilerle ilgilenmez. Bunların karşısına ilkeleri, değerleri, tarihsel hedefleri koyar. Girdiği herhangi bir mücadele başlığında nasıl ve ne tür bir başarı elde edeceğini dert etmeyip, “sözünü söylemeyi” her şeyden önemli bulur. Söylediklerinin bugün için bir şey değiştirmediğini kendisi de kabul eder, ancak önemli olan “geleceği kazanmak”tır. Bugüne dair hiçbir söz söylemeyen ve bugünde hiçbir somut başarı elde edemeyen bir solun, “geleceğe dönük bir yatırım aracı” olarak ne kadar cazip olacağını ise elbette tartışmaya gönüllü olmaz.

Özetle, 12 Eylül solu, nesnelliği mutlaklaştırdığı ölçüde öznelliğine abanan; içrek kültürü ve tipolojisiyle, marjinal dili ve etiketleriyle temas yüzeyini son derece daraltan; geniş kitlelerle gerçek ve somut mücadeleler yürütmeyi belirsiz bir geleceğe erteleyip kendi sınırlı alanında zihin egzersizleriyle idman yapan; bir tür ütopyaya dönüştürülmüş sosyalizm anlayışını propaganda etmeyi bugünün gerçek sorunlarına müdahale etmemenin gerekçesi sayan; böylelikle kabuğuna, kozasına sığınan, sığındıkça ufalan, ufaldıkça kaybolan bir tarzı temsil etmektedir.

***

Söylenecek başka özellik yok mu? Elbette var. Ancak bizim de bir yer sınırımız var. Fakat daha önemlisi, 12 Eylül solunun karakterini oluşturan özelliklerin büyük ölçüde yukarıda özetlediğimiz temel özelliklerden kaynaklanıyor olmasıdır.

Bu tarzın geride bırakılması, yaşamsal olduğu kadar, zordur da. Zorluk, öncelikle, alışılmış olanın konforundan, statükonun kolaylığından, muhafaza etmenin tatmininden kopma cesaretini ve iradesini gösterebilmekte. Diğer yandan, geride bırakılacak tarzı saptarken kılı kırk yarmak, azami ölçüde dikkatli bir çaba harcamak gerekmesinde.

Bu dikkat sergilenmezse, 12 Eylül solunun tarzını geride bırakacağım derken, siyasal ve ideolojik mevzileri, örgütlü mücadele ve iktidar perspektifi anlayışını, sosyalizm hedefinin ilke ve kaidelerini kaybetmek işten bile değildir.

Bu son paragraf, 12 Eylül solunun çok aşina olduğumuz tarzındaki gibi, ürkeklik ve endişe yaymak için yazılmadı. Tam tersine, sadece dikkat ve yeterli çaba ile yıllarca mahkum edilmeye çalışıldığımız korkunun yenilebileceğini göstermek için yazıldı.

Zaten Haziran, bu korkunun yenildiği uğrak oldu.

Haziran solu, bu korkunun aşıldığı noktada kuruldu.