12 Eylül’den önceydi... Ve sonraydı...

Onlar bizim abilerimiz, dayılarımız ve amcalarımızdı. Kendi kavillerince hep yanımızda, halkın yanında oldular.

Mutlaka başka kuşakların da olmuştur; gençliklerini 1980 yılından başlayarak faşizmin toplama kamplarında yaşamak zorunda bırakılmış bizim kuşağın da toplumsal pratiklere katılışlarında kendisine ışık olduğunu düşündüğü, esinlendiği abileri, dayıları, amcaları vardı.

Yaşar Kemal, Vedat Günyol, A. Kadir, Asım Bezirci, Can Yücel...

Başka isimler de var tabi ancak anlatıyı özellikle kişisel tanışıklık ya da karşılaşmalar üzerinden kurmaya çalışacağım için aşağıdaki satırlarda onları bire bir anamamış olacağım; hatıraları önünde saygıyla eğilerek yad etmiş olayım. 

Bizim “Laz camiası”nda yaygın hitaptır; dayı, amcadan önce gelir. Bu hitapta içerili manânın şimdilerde kendinden on yaş büyük olduğunu tahmin ettiği genç yaşlı herkese “Dayı” diye seslenen şehirli muğlak öznenin hitabındaki manâyla alakası yoktur. Sözünü ettiğim tarihsel kesitlerde dayı hitabı da amca da paylaşmacı, dayanışmacı toplum düşüncesinin çeperinde sevgi ifadesi olarak kullanılıyordu.

Yaşamın diyalektiği sürüyor; o günler de tıpkı şimdilerde olduğu gibi iyi insanların güzel atlara binip çekip gittiği günlerdi. (1) Biz dayıları ve amcaları o güzel atlar üzerinde, yaşamlarında görme şansına sahip olmuştuk.

Vedat Günyol

Vedat Günyol ile 1980’leri kat eden uzun mahpusluk yıllarından sonra, yurt ve dünya meselelerinin konu edildiği bir dost meclisinde tanışmıştık. İkinci karşılaşmamızı takiben, onu uzun yıllardır tanıyan herkes gibi “Vedat Dayı” diye hitap ederken bulmuştum kendimi.

Yağmurlu, soğuk bir kış günüydü. O sıralar Lenin’le ilgili yaptığım bir araştırma için bilindik teorik kitaplardan farklı, onun sürgündeki gündelik serüvenini, Krupskaya ile olan ilişkisini, memleket özlemini, doğrudan siyaset alanındaki kimliği dışında her günkü yaşam içindeki hallerini anlatan bir kitaba ya da kitaplara ihtiyacım vardı. Vedat Dayı, yüzünden hiç eksilmeyen o muzip gülümseyişle açmıştı kapıyı. Evin bütün odaları yerden tavana kadar kitapla doluydu. “Bir şey içer misin?” diye sordu. Şarap içiyordu. “Sıcak bir şey olursa evet!” dedim. Yalnızdı. Mutfağa girdi; ben ancak raflardan birini gözden geçirebilmiştim ki elinde kahve fincanıyla geri döndü. Laf lafı açmış, konu tarihsel olay ve kişiliklere farklı açılardan bakabilmeye gelmişti. “Başka bir Lenin var, en azından benim için,” demişti Vedat Dayı, “yıllar önce bununla ilgili bir kitap çevirmiştim.” Şaşırmıştım. Vedat Dayı, bizlerin gözünde önemli bir aydındı; Sabahattin Eyüboğlu ve Yaşar Kemal'le birlikte 12 Mart faşizmi döneminde “Komünist Parti kurucusu olduğu” savıyla tutuklanmışlıkları vardı ama sosyalist yönelimiyle ilgili açık bir beyanına tanık olmamıştım. Gayri ihtiyari, “Böyle bir kitaptan neden bizim haberimiz yok?” demiştim; o da soruyu aynı tonlama ve ifadeyle geri göndererek gülümsemiş, “Bundan neden sizin haberiniz yok?” diyerek oturduğu masanın arkasındaki raftan bir kitap indirmişti. Yanlış hatırlamıyorsam kitabın adı “Her Yönüyle Lenin”di. Kitabın Lenin’i her yönüyle anlatmaktan elbette ki uzak olduğunu söylememe gerek yok sanırım, bir kitabın kolayına yapacağı iş değil. Bunca yıldan sonra bu olayı bu kadar net hatırlamama neden olan şey Vedat Dayı'nın olağanüstü duyarlılığına birinci gözden tanık olmamdı. O yıllarda gece belli bir saatten sonra belli kavşak ve noktalarda sıkı polis denetimi yapılır, vatandaşlar minibüslerden indirilerek üzerleri ve çantaları didik didik aranırdı. Hediye ettiği kitabı kabul ederek kalkmak için kendisinden izin istediğimde Vedat Dayı, kitabın kapağını usulca yırtarak “Bizim bildiklerimizi polislerin de bilmesini istemeyiz di mi?" diye gülümsemiş; her zaman yaptığı gibi kapıya kadar uğurlamış; göz eriminden çıkışımıza kadar el sallamıştı. Kapağı yırtık Her Yönüyle Lenin kitabı uzun yıllar kütüphanemizin dağınık raflarını yurt edindi. Sonraki zamanlarda, nasıl olduğunu bilemediğim bir şekilde,  A. Kadir Amca’nın galiba dört ciltlik Dünya Halk Ve Demokrasi Şiirleri kitabıyla birlikte sırra kadem bastı. İyi, güzel ellerde ve zihinlerde olduğunu umarım.

A. Kadir ve Asım Bezirci

A. Kadir Amcayla ilk tanışmamız Metris Cezaevi’nde Nâzım Hikmet’le ilgili okumalar yaparken oldu. Kara Harp Okulu öğrencisiyken on ay hapse mahkum olmuş; önceleri büyük ustanın etkisinde kalmış, sonra sonra kendi dilini kurmuştu. Bizi o günlerde esas ilgilendiren, kendi şiir dilinden ziyade farklı kişilerle birlikte dünya şiirinden yaptığı çeviriler yoluyla önümüzde açtığı kapıydı. Petöfi, Eluard, Atilla Josef, Nicolas Guillen ve yanı sıra bilmediğimiz ülkelerin toplumsal mücadeleleri şairler yoluyla bir bir önümüzden geçiyordu. “Bir Şair Ölümü İçin Acı Şarkı” henüz yazılmamıştı. (2) A. Kadir Amca'nın dert yüzü görmesini istemediği iyi insanlara giden Beşiktaş Tramvayı’na yetişememiştik ama mutlu olmak varken bu dünyada gecelerin gelip kapımıza dayanmasının ne demek olduğunu bilecek kadar yaşamıştık. Dalından koparılmış bir zerdali gibiydik içerde. (3) Ve emperyalizm çağında, dünya ülkeleri ve şairleriyle hâllerimizin birbirine ne kadar benzediğini bir yandan da bu çeviri şiirler sayesinde fark ediyorduk.

Bu çalışmalarında yalnız değildi A. Kadir Amca. Başkaca değerli edebiyat kişiliklerinin yanında Asım Bezirci de vardı ortak masada. Bertolt Brecht’in Halkın Ekmeği kitabını birlikte çevirmişlerdi. Can Yücel’in deyişiyle, “çalışmanın şavkıyla gözleri ışıyacak kadar çalışkan” bir adamdı Asım Bezirci. 1993 yılında Sivas’ta yakılarak katledilen bu değerli araştırmacıyı Cağaloğlu’ndaki eski bir handa, küçük odalı yayınevlerinin birinde, kitapların arasında kaybolmuş haliyle hatırlıyorum. Gözlüklerini burnuna düşürmüş, aklı kim bilir hangi şairle ilgili yazacaklarında, yorgunca, dalgın.

Can Yücel

Daha çok şiirleriyle bilinen Can Yücel, iyi bir çevirmendi aynı zamanda. Bizim aydınlarımızın onları tanıdığımız edebi kimlikleri dışında başka kimlikleri hep olmuştur zaten. Hayatlarını kazanmak için kimi evkafta memurluk, kimi Asım Bezirci gibi muhasebecilik, kimi Vedat Dayı gibi okutmanlık, kimi de A. Kadir ve Can Amca gibi çevirmenlik yapmak zorunda kalmıştır.

Can Yücel “Can Baba” olmazdan önce bizim Can Amcamızdı. Ağabeyimle birlikte evlerine gitmişliğimiz, Boğaz’ın gerçekten deniz, kıyısında sıralanan yerleşimlerin gerçekten köy olduğu zamanlarda aynı denizden suya girmişliğimiz vardır. Adına şiir yazdığı oğlu “Yeni Hasan” arkadaşımızdı. Deniz, en sekmez lüverin namlusundan fırlayarak devrimin en güzel yüz metresini henüz koşmamıştı. (4) O sıralar, Can Amca ile dayımız “Sarı İbo”nun da aralarında bulunduğu “köyün münevver taifesi”,  küçük Kanlıca meydanındaki Alboran restoranda çilingir sofraları kurarlardı. Kütüphanemizin ilk kitapları o günlerden kalmadır. Gür, çalımsı sakalları daha o zamanlardan vakiydi Can Amca’nın. Sofralardan kalkarak art arda cılız raflarımızı şenlendirmeye başlayan Dostoyevski, Tolstoy ve Victor Hugo isimli ecnebi amcaların da öyle. Sonra olağanüstü bir hızla sertleşti hayat. Körfez, Kandilli, Çubuklu ve tekmil Boğaz mehtabın sürüklendiği durgun sular olmaktan çıktı. Aslında sular belki de zaten durgun değildi, biz çocukluğumuzun durgun sularından yavaş yavaş geçerken birden bire sert fırtınalara rastlamıştık. Yeni kitaplarla, başka sakallılarla tanıştık. Can Amca, hâlâ başlangıç noktasında olduğumuz Yeni Başlayanlar İçin Marx kitabını çevirdi. Sonrasında, 12 Mart'ta yargılanmasına neden olan Che ve Mao çevirileriyle tanıştık gecikmeli olarak. Derken “Sierra’nın Sakallıları” ile yazgımızın özdeşleştiği günler gelip çattı. Abdi Ağalara karşı uçurumlarının yalçın kayalıklarında ölünecek dağların çağırdığı, zulmün kalasını zorbaların başına yıkmak için ayaklandığımız günler. İşte tam da o günlerin arifesinde ve o günlerde bir “İnce Memed” girdi hayatımıza… Ve bir daha da çıkmadı!

Yaşar Amca ve Can Amca akran, aynı kuşaktandılar. Kitaplarıyla buluşmamıza vesile olan dünya görüşleri onları 1960’lı yıllarda Türkiye İşçi Partisi çatısı altında buluşturmuştu. 12 Mart’ta Can Amca içerideydi, Yaşar Kemal ise içeridekileri kurtarmakla ilgili kampanyaların başında. 1974’te, Can Amca içeriden çıktıktan sonra Türkiye Yazarlar Sendika’sında birlikte çalıştılar. Daha sonrası siyaseten puslu, bilgim dahilinde değil. Düşünüyorum da edebi kimlikleri ile ilgili kanaatim de İnce Memed’i ve Can Amca’nın bir kaç kitabını saymazsak eğer esasen puslu sayılırdı hapishaneye girene kadar. Sanırım, bu iki büyük şair ve yazarın ayrı bir gelenekte temsil edilen siyasi kişilikleri nedeniyle biraz mesafeli durmuştuk yapıtlarına. Ya da bu yorum belki tüm bir kuşağa haksızlık, iç savaş koşullarının gündelik mücadele dayatması karşısında belki zamanımız olmadı geniş kapsamlı okumaya. Hangisinin daha baskın olduğundan emin değilim ama şurası kesin, attığı her adımda tarihin akışını değiştirdiğine inanan genç devrimciler olarak bizim kuşağın önemli kesimi onların kitaplarıyla öyle ya da böyle esasen 12 Eylül zindanlarında tanıştı.

Yaşar Kemal

Uzun açlık grevlerinden birinin ertesindeydi. Kitap yasakları nedeniyle bilcümle sakallıdan mahrum bırakılmıştık. Marx, Engels, Lenin, Stalin, Mao, Che hapishane yüzü görmüyordu! İçeriye “klasik” kitaplar alınmıyordu. İyi ki de alınmıyordu! Ve biz işte Yaşar Kemal’le esas olarak bu yasaklar sayesinde derinlemesine tanışmış olduk. Cezaevi direnişlerimiz sırasında dışarıda gösterdikleri  tavırlarının da etkisiyle Yaşar Kemal, bizim “Yaşar Amca”mız oldu. Demirciler Çarşısı Cinayeti, Yusufçuk Yusuf, Kuşlar da Gitti, Deniz Küstü. Görülmemiş bir mavide, mucizevi kırmızılarda açan çiçekleriyle Yaşar Kemal kitapları hayal hanemizin ufkunu öylesine genişletiyordu ki en yakınımdaki bazı yazı heveskârlarının Yaşar Kemal sözlükçesi olarak özel defterler tuttuğunu bugün sıcak bir hüzünle anımsıyorum.

Madem dersimiz halk dili, çekincesiz söyleyelim:

Yaşar Amca, zindan karanlıklarında bize direnme gücü veren şamanlardan biriydi! Kuşkusuz, büyük bir dengbejdi!

Mahpusluğumuzun üçüncü yılıydı. Sonuç mahkemesine sunmak için hazırladığımız siyasi savunmamıza etkileyici, güçlü bir girişle başlamak istiyorduk. Öyle bir cümle olmalıydı ki bulacağımız, siyasal şiarımızın en azından bir imgesini dinleyenin, okuyanın zihnine mıh gibi çakmalıydı. İlk destek Yunus Emre’den geldi. “Geçti beyler mürüvveti,” diyordu yoksul Yunus, “içtikleri kan oluptur!” İkinci desteği ise, Yaşar Kemal’in denemelerinin yer aldığı Ağacın Çürüğü kitabında bulduk. Kadim bir Anadolu deyişine yer vermişti yazısının girişinde: “İnsanların türkülerini yapanlar, yasalarını yapanlardan daha güçlüdür!”

Müthiş yalın, güçlü bir ifadeydi. Aradığımızı bulmuştuk. Tarihi savunmamıza artık gönül rahatlığı ile başlayabilirdik.

Öyledir, bazen sayfalar dolusu siyasal söylem muradınızı anlatmaya yetmez de tek bir şiir, bir film karesi, özlü bir edebi söz, tek bir mısra kifayetsiz kalanın yerini alıverir.

Şimdi geriye dönüp baktığımda; Yaşar Amca’dan, Can Amca’dan, Vedat Dayı’dan, Asım Bezirci’den ve A. Kadir Amca’dan bize kalanın “hakikati” özlüce süzen edebiyat olduğunu görebiliyorum; kendini hep şiirle taçlandırmış olan edebiyat!

Her biri kendince bedeller ödeyerek bizi dünya halklarının şarkılarıyla, şiirleriyle buluşturdular; yazıp eyleyerek hayal hanemizin genişlemesine katkıda bulundular.

12 Eylül’den önceydi...

Ve sonraydı...

Onlar bizim abilerimiz, dayılarımız ve amcalarımızdı. Kendi kavillerince hep yanımızda, halkın yanında oldular. Evet, unutulmaya yüz tuttu nicedir bu ifade, söyleyelim, iyi insanlardı. O güzel atlara binip çekip gitmeden önce bize ayakta kalmamızı sağlayacak çokça mesel söylediler.

Müteşekkiriz!...

 

Dipnotlar

(1) Yaşar Kemal, Demirciler Çarşısı Cinayeti, Giriş cümlesi.

(2) Emirhan Oğuz, Ateş Hırsızları Söylencesi, A. Kadir Amca'nın anısına yazılmış aynı başlıklı şiir.

(3) A. Kadir'in “Beşiktaş Tramvayı”, “Çiçekleri Umudumuzun” ve “Zerdali Dalı” adlı şiirlerinden.

(4) Can Yücel, “Mare Nostrum”, Deniz Gezmiş için yazılmış şiir.