Türkiye, Saray iktidarının can havliyle aldığı kararla seçime gidiyor. Hedef, ekonomide, dış politikada ve meşruiyet alanında gözlenen erozyon bir çığa dönüşmeden sandığa gitmek, ‘baskın’ seçimle işi bitirmek. Ama her hesap çarşıya uymuyor tabi. Daha ilk günden itibaren erken seçim kararının bir zayıflığı örtmek için alındığı, yani bir itiraf anlamına geldiği görüldü.
Buna paralel olarak Gezi’den, 7 Haziran’dan, 16 Nisan’dan aşina olduğumuz bir sol duyarlılık, hızla ve etkili biçimde kendini açığa vurdu.
CHP’nin adaylık arayışında sağın da ötesine geçtiği, doğrudan AKP’nin öz kaynaklarına yöneldiği günlerden sonra Muharrem İnce’de karar kılmasının arkasında bu sol duyarlılığın basıncı olduğu çok açık. Muharrem İnce’nin de ilk konuşmasından bu yana sık sık sol referanslara başvurması, biriken ve yükselen sol duyarlılığa hitap etme ihtiyacını yansıtıyor. Benzer bir durumun HDP için de geçerli olduğu söylenmeli. Şu andaki aday tablosunda sol kimliği en açık isim olan Selahattin Demirtaş’ın adaylığının tercih edilmesi, yine Türkiye’nin bütününü kapsayan sol duyarlılığın gözetildiğini, bu biriken ve yükselen dalgayla rabıta kurulmaya çalışıldığını göstermektedir.
Her iki parti de “toplumun değerleri” adı verilen mazeretle hareket etseler ve zaman zaman rahatsız edici tercihlerde bulunsalar da 24 Haziran seçimlerine bir sol söylem ve üslupla gideceklerini belli ettiler. HDP’nin adayı Demirtaş’ın daha önceki 7 Haziran deneyimi ve 24 Haziran seçimlerine dair ilk açıklamaları bu yönde. CHP adayı Muharrem İnce de hem Ahmed Arif ve Nazım Hikmet şiirleri okuyarak, hem Demirtaş’ı cezaevinde ziyaret edeceğini belirterek kendi tabanının sol duyarlılığını fazla rencide etmeyeceğini ifade etmeye çalıştı.
Elbette her iki adayın da seçim kampanyasının ilerleyen noktalarında ne tür söylemlere ve taktiklere başvuracağını bugünden bilemeyiz. Zaten adayların tercihlerinin ötesinde, partileri ve adayları bu tercihlere zorlayan atmosfer daha önemli. O da hem CHP hem de HDP tabanında gözle görülür bir sol arayışın ve arzunun yeşeriyor olmasıdır. İşin doğrusu, Abdullah Gül’ün ortak adaylığına CHP’nin ikna olmasını engelleyen tek şeyin de bu tepki ve yükselmekte olan dalga olduğunu söylemek gerek.
CHP ve HDP’nin seçim stratejisi ve tercihleri hakkında daha birçok şey yazılabilir elbette. Ancak şu andaki tabloya bakıldığında hem İnce’nin hem de Demirtaş’ın ilgili partilerin kendi içlerinden çıkarabilecekleri en makul adaylar olduğunu söylemek yanlış olmaz. Özellikle CHP’nin İnce tercihinin, çok sayıda yurttaş için ikinci turda sandığa gitme gerekçesi olacağı şimdiden belli oldu.
Bu anlamda, 24 Haziran, sadece adayların birbirlerine karşı konumları ve seçimin matematiksel sonuçları açısından değil, öncesinde ve sonrasında açığa çıkan/çıkabilecek olan sol dalga açısından da izlenmelidir. Türkiye öyle ya da böyle tansiyonun yeniden yükseleceği bir dönemin eşiğindedir. Bu eşikte yurttaşlar yeniden sola duyulan ihtiyacı dile getirmekte, bunu kendi örgütlerine veya partilerine dayatmaktadır. Hatta, Gezi’deki yardımlaşma ve dayanışma pratiğinin örneklerini daha şimdiden sergilemekte, seçimde oy vermeyeceği isimlere bile imza vermektedir.
Öte yandan, tüm bu gelişmelerin içinde sosyalist hareketin olmayışı veya asli bir pozisyon yaratamaması hazin. Hiçbir sosyalist odağın aday çıkarabilmeyi başaramadığı veya seçime girme yeterliliğini kazanamadığı, zor olsa da kabul edilmesi gereken bir acı gerçek. Köklü ve samimi bir muhasebeyi, içine düşülen durumun özeleştirisini ve yeni bir atılım için fikrî yenilenmeyi içeren bir sürecin sosyalistleri beklediği açık.
Sonuç olarak, belki de sarsıcı bir kırılmanın tetiği olabilecek 24 Haziran seçimlerine sosyalistler bir adım geriden başlamak durumunda kaldı.
Yine de sosyalist hareketin treni kaçırdığını veya havlu attığını söylemek biraz abartı olacaktır. Bu koşullarda dahi sosyalistlerin yapacakları bir dolu şey vardır ve her biri kritik seçim sürecinde sol duyarlılığın yükseltilmesi ve güçlendirilmesi, mücadelenin kazanımlarla büyümesi açısından hayati önem arz etmektedir.
Ancak bunun başarılabilmesi için sosyalist soldaki enteresan davranış bozukluklarından birinin geride bırakılması gerekiyor. O da kendi programını ve yaklaşımını anlatmak yerine, diğer muhalefet unsurlarının eleştirisine gömülmek. Az önce söz ettiğimiz sol duyarlılık, kuşkusuz, mevcut seçenekler arasında CHP ve HDP’ye yönelmiştir ve bu anlamda sosyalist harekete kıyasla çok daha amorf, bulaşık ve tutarsızdır. Ama buradan hareket edip kenara çekilmek, CHP ve HDP’nin aslında sol olmadıklarını kanıtlamak için inatlaşmaya girişmek yerine; bir yandan yükselme emareleri gösteren sol duyarlılıkla temas kurmanın yollarını aramak, bir yandan da kendi programını ve yaklaşımını seçim döneminin politik atmosferinde daha geniş kitlelere anlatabilmek gerekiyor.
Daha önemlisi ve yaşamsal olanı ise, elbette 25 Haziran itibariyle açılacak döneme hazırlık yapmaktır. Türkiye’nin seçim aritmetiği ilginç sonuçlar üretebilecek durumdadır. Erdoğan’ın seçimi kaybetmesi hiç de imkansız değildir; Erdoğan’ın başkanlık seçimini kazanıp Meclis çoğunluğunu kaybetmesi basbayağı yüksek ihtimaldir; Erdoğan’ın her iki seçimi de kazanması ise ağır ve sürekli bir saldırının başlamasına ve buna karşı bir sol direncin meydana çıkmasına yol açabilecektir.
Tüm bu ihtimaller, Türkiye’nin 25 Haziran’la başlayacak döneminin hareketli, belki de bereketli bir süreç olacağının işaretleridir. Dolayısıyla, kalan seçim sürecinin gereklerini yerine getirirken, tüm sosyalist güçlerin hem kendi çalışmalarını yürütmeleri hem de ortak bir hazırlık planını oluşturmaları şart görünüyor.
Çok olumsuz bir durumun içinde bile olsa, solun ülkenin kaderini değiştirme sorumluluğu devam ediyor çünkü.
Ülkü Tamer’in en duru dizelerinden birinde dediği gibi, yapacak işlerimiz var / utanmaktan başka.