AKP çökerken sen ne yapıyordun baba?

Bu satıların okurları arasında çocuk sahibi olanlar da vardır, benim gibi olmayanlar da. Dolayısıyla başlıktaki sorunun birçoğumuzu ilgilendirdiğini söylemek mümkün. Yani gün gelecek, bizim içinde yaşadığımız bu karanlık yıllar tarih olacak ve o zamanların gençleri olan çocuklarımız belki de bize soracak: “Peki sen ne yaptın anne/baba?”.

İşin sempatik ya da edebi boyutu bir yana, ancak bu soruya göğsünü gere gere ve kendinden emin bir biçimde yanıt verebilecek miyiz acaba?

Yani Türkiye’de 13 yıllık bir gerici saldırı döneminin kapanışına girmişken, üstelik bu süreçte ortaya çıkan dinamikler ve potansiyeller Türkiye’de sadece AKP karşıtı mücadeleye değil, sosyalist devrim mücadelesine de yol verebilecek özellikler sergilerken, sosyalist hareketin içinde bulunduğu ataleti, siyasetsizliği ve etkisizliği aşamaması durumunda, çocuklarımızın sorusuna ne gibi bir yanıt vereceğiz?

AKP iktidarının çözülüşüne katkı koyamayan, bu çözülüşü kapitalist sistemin geneline tahvil edecek biçimde derinleştiremeyen, hareket halindeki geniş toplumsal kesimlere somut ve gerçekçi seçenekler sunarak kendisini kitlesel bir güce dönüştüremeyen, envai çeşit siyaset enstrümanlarından neredeyse hiçbirini başarıyla kullanamayan, Haziran Direnişi gibi görkemli bir kalkışmanın ardından bırakın büyümeyi küçülmeyi beceren bir sosyalist hareket, gelecek kuşaklara hangi hikayeyi anlatacak gerçekten de?

***

Türkiye sosyalist hareketinin yazınında tarih anlatısı özel bir ağırlığa sahiptir. Bunun anlaşılır nedenleri de vardır elbette.

Her şeyden önce Türkiye, genel anlamıyla, tarih bilincinin ve bilgisinin son derece yüzeysel olduğu bir ülkedir. Sosyalist hareketin kadroları da bu durumdan muaf değildir.

İkincisi, özellikle 12 Eylül sonrasındaki saldırı, Türkiye sosyalist hareketini tarihsizleştirmek, tarihini inkar etmeye zorlamak ve Türkiye’nin tarihinden sosyalist hareketi silmek gibi yanlar taşıyordu.

Üçüncüsü ise, Türkiye sosyalist hareketinin, tüm eksik ve hataları da dahil olmak üzere, onurlu ve mücadeleci bir tarihi vardır. Bu tarihten süzülen birikimin itibarının korunması özel bir görevdir.

Buraya kadarı tamam, ancak tarih anlatısını bunun ötesine taşımak, her derde deva bir ecza vazifesi yüklemek doğru değildir, hatta zararlıdır. Daha açık bir deyişle, mevcut koşullarda karşı karşıya kalınan somut mücadele gündemlerine yaklaşımda çubuğun sürekli tarihe, geleneklere, birikime bükülmesi, güncel sorulara yanıt üretmeyi gereksizleştirdiği ve imkansızlaştırdığı için sosyalist hareketi etkisizleştirmekte, pasifize etmektedir.

Evet, Türkiye sosyalist hareketinin tarihi kimi sorularımıza çok kıymetli yanıtlar vermektedir. Ancak her şeyin yanıtının tarihte olmadığı, tarihin kıymetinin her soruya yanıt vermekten gelmediği de açıktır. Öyle olsaydı, sosyalist mücadelenin devrimcilere değil, tarihçilere bırakılması gerekirdi. Dolayısıyla, aradığımız yanıtları olmayan bir yerde, geçmişte aramak, en iyi ihtimalle zaman kaybı, en kötüsü ise bir tür obsesyondur.

Obsesyondur, çünkü Türkiye solunun sürekli kendi tarihiyle övünmesinde bir patolojik hal de vardır. 35 yıldır toplumsallaşmayı, işçi sınıfı içinde kalıcı ve kitlesel mevziler kazanmayı, kadro standartlarını yükseltmeyi, örgüt modelini işlevli ve kapsayıcı kılmayı, kimi tekil ve kısa süreli örnekler dışında memleket gündemini belirlemeyi, seçim platformunda bindelik basamakları aşmayı başaramamış bir sol tarihe sabah akşam övgü düzmenin rasyonel bir izahı olamaz.

Öte yandan, son iki yılda Türkiye sosyalist hareketi mevcut tarihi ve birikimi ile birlikte çok önemli toplumsal ve siyasal kavşaklardan geçmiştir. Ve gelinen noktada sadece tarih ve birikimin, bu uğraklarda başarıya götürmediği görülmelidir.

Demek ki, Türkiye sosyalist hareketinin bir tarihi olduğu, bu tarih içinde çok önemli kazanımlar ve mevziler biriktirmiş olduğu ne kadar gerçekse, sürekli kendi tarihine tapınan bir sol kültürün bugünün sorularına yanıt üretmesinin imkansızlığı da o kadar gerçektir.

Yani, bir tarihimiz yokmuş gibi konuşmanın hiçbir gerekçesi yoktur elbette. Ancak bugünün devrimciliğinin temel sorusu, bir tarihimiz olup olmadığı değil, bir geleceğimiz olup olmayacağıdır.

Eğer yatıp kalkıp tarihten menkıbeler anlatmaya devam edilirse, bir geleceğimiz olmayacağı da kesindir.

***

Bugün yazılan bazı yazıları okuyunca 90’lı yılları yaşıyor gibi olmamak elde değil. 12 Eylül ertesinin zorlu koşullarında başvurulmuş korunmacı, kapalı, steril tarz bir çeşit radikalizm kisvesi altında yeniden parlatılmaktadır. İşte yukarıda özetlediğimiz tarih anlatısı, tam da bu korunma ve kapanma ihtiyacına denk düşecek biçimde sosyalist hareketi bugünün yanıtlarından uzaklaştırarak, iç dünyaların öznel geçmişine gömmekte ve mevcut sorunların üzerini güzelce örtmektedir.

Oysa açıkça söylemek gerekir: Toplumu kutuplaştıran, genel siyasal atmosferi kuşatan, geniş kitleleri harekete geçiren gündemlerde “sosyalizmi sahipsiz bırakmamak”, “sözünü söylemek”, “akıntıya kürek çekmek” gibi pasif mukavemet biçimleri hiçbir işe yaramamaktadır. Daha doğrusu, ancak bu çizginin sahiplerini korumakta, onlar nezdinde işe yarar olmaktadır. Asıl soru ve sorun ise, sahipsiz bırakmadığımız sosyalizm mücadelesini nasıl ve hangi araçlar ile ülkemizin kaderine el koyacak bir güce dönüştüreceğimizdir.

Öncülük, sınıf siyaseti, düzen dışı seçeneğin yaratılması; bunların hepsi tarihimizin bize öğrettiğidir ve hedefimizdir. Tarihin göstermediği ise, bunların nasıl başarılacağıdır.

Çünkü bu günler durup bizi beklemeyecek ve bir gün çocuklarımız o soruyla karşımıza dikilecek: “AKP çökerken, milyonlar çıkış ararken, sosyalizm hiç olmadığı kadar fırsat yakalamışken sen ne yaptın anne/baba?”.

Eğer Türkiye sosyalist hareketi bir devrimci çıkış ve yeniden kuruluş süreci ile birlikte geniş kitleleri sosyalizm mücadelesine kazanacaksa, hızla bu soruya yanıt bulmalıdır.

Bayrak sallamaya, slogan sıkmaya devam edeceksek, gerçekten de çocuklarımıza anlatacak bir hikayemiz olmayacak çünkü.