Pazar günü konuşurken söylemişti Doğan, “Türkiye yenilmeli” diye. Ben de duyar duymaz, bu hafta yazacağım yazının konusunu bulmuş olmanın sevinciyle ve kimseye çaktırmadan defterime şu notu almıştım: “AKP yenilmeli, çünkü Türkiye yaşamalı”.
Ben yazı için konuyu cebe indirmiş olmanın mutluluğuyla gururlanırken, ertesi gün Doğan’ın yazısı yayınlandı. Doğal olarak, sözün sahibi yazısını da benden hızlı yazmıştı. Doğan “Türkiye yenilmeli” demişti, ben “AKP yenilmeli” diye not almıştım, ama önemli değil. Kast edilenin aynı şey olduğu, yenilmesi beklenenin bir siyasal aktör, uluslararası bir tetikçi devlet, bölgede emperyal hevesler peşinde koşan bir taşeron rejim olarak Türkiye olduğu açık. Bu Türkiye’nin, bizim Türkiye’miz olmadığı, halkımızın bu sözlerde işaret edilen onursuz ve kişiliksiz stratejiyle en ufak bir bağının olmadığı da aynı şekilde belli.
Neyse, velhasıl, Doğan’ın da iznini alarak, AKP’nin yenilmesi gerekliliği üzerine birkaç kelam daha etmek istedim.
Aldığım notun hemen yanına da şu cümleyi yazmıştım: “Louis ölmeli, çünkü anayurdumuz yaşamalı”. Fransız Devrimi’nin “bükülmez” iradesi Robespierre, Kral Louis’nin idamını talep ederken bu sözleri sarf ediyordu.
Robespierre’in sözlerini daha da ilginç kılan ise, bir süre önce idam cezasının kaldırılmasını talep etmesi ve idamı “alçakça bir suikast”, “tüm ulus tarafından işlenen resmi bir cinayet” olarak tanımlamasıydı. O yüzden, Louis’nin idamını isterken yaptığı konuşmada da, idam cezasının “genel olarak bir canilik” olduğunu belirtmekten geri durmamıştı.
Ancak Robespierre için, Kral Louis “toplum sözleşmesi”nden yararlanma hakkına sahip değildi, çünkü bir zorba olarak kendi varlığı toplum sözleşmesinin yadsınmasıydı. Sözleşmenin zorbayla ilgili olan kısmı, ayaklanan halk tarafından yırtılıp atılmıştı. Sözleşmeler ve hukuk, aynı safta bulunanlar açısından geçerlidir. Ve bir zorba halk tarafından yol edilmişse, kimsenin onu tekrar diriltmeye hakkı yoktur. İşte bu uslamlamanın sonucunda Robespierre o meşhur cümlesini kurar: “Louis ölmelidir, çünkü anayurdumuz yaşamalıdır”.
Bizim konumuz, elbette, idam cezası değil. Ancak Robespierre’in sözlerinde kendisini gösteren ve Doğan’ın yazısında da ifade edilen bir konu, devam etmemiz için önemli. O da AKP ile emekçi halkın çıkarları arasındaki uzlaşmaz çelişki.
Çelişki, elbette, bir yanıyla kuramsal ve evrensel bir kavramsallaştırmadır. Burjuvazi ile proletaryanın, sermaye ile emeğin çıkarları, herhangi bir özgül bağlama, ülke ya da tarih somutluğuna gereksinim duyulmadan, kuramsal olarak tanımlanabilen bir antagonizmadır. Sınıf çelişkisinin kuramsal olarak tanımlandığı bu düzeyde, çelişki esas olarak bir soyutlama biçiminde formüle edilir.
Ancak marksizmde soyutlama yolu ile kavranan çelişkilerin çözümü, pratik sayesinde mümkündür. Diğer bir deyişle, soyutlama, çelişkinin çözümünü değil, sadece bilince çıkarılmasını sağlar. Çözümün adımları, somut ve gerçek koşullar içerisinde, daha özel olarak da siyaset pratiğiyle hayata geçirilebilir. Bu yüzden, soyutlama süreçlerini, mutlak ve kaçınılmaz olarak, özgünleştirme çabaları izler. Kuramda ve evrensel bir bilgi düzeyinde tanımlanan çelişki, somut toplumsal formasyon düzeyinde yeniden formüle edilir ve siyasal pratiğin konusu haline gelir.
Dolayısıyla, bir burjuva hükümeti olarak AKP ile Türkiye’nin emekçi halkı arasındaki çelişki, sınıf çelişkisinin bir biçimi olarak, daha ilk adımda, tanım gereği, kuramsal ve evrensel düzeyde ortaya konulabilir. Oysa, soyutlama ile kavranan çelişkinin siyasal pratiğin konusu haline gelebilmesi için, ülkenin ve tarihin somut koşullarına, özgül bir bağlama yerleştirilmesi gerekir. Ancak bu sayede, sermaye egemenliği ile işçi sınıfı arasındaki uzlaşmaz çelişki, bir siyasal mücadelenin, üstelik de bizim ülkemizdeki ve bizim çağımızdaki siyasal mücadelenin gündelik ve pratik karşılığı olarak tarif edilebilir.
Lafı dolandırmayıp konuya gelirsek; Türkiye’nin bugünkü somut koşulları söz konusu olduğunda, AKP rejimi, salt kuramda ya da soyutlamada değil, basbayağı gündelik ve somut hayatımızda açık, sivri ve tehlikeli bir siyasal aktör olarak hareket etmektedir. Bu aktörün planları ve uygulamaları, ülkemizin ve emekçi halkımızın tarihsel olduğu kadar, gündelik çıkarlarıyla da taban tabana zıttır. Bu nedenle, AKP rejiminin hayatta kaldığı her an, Türkiye’nin varlığından ve yaşamından çalınmaktadır. AKP, kendi istikbalini, ülkemizin yok edilmesiyle bağdaştırmış bir rejimin cismidir.
Burada, temel bir sorun ortaya çıkıyor: Türkiye’nin bugünkü koşullarında, emperyal hevesler ve denemeler içerisindeki bir rejim altında, ülkenin sosyalistlerinin ve devrimcilerinin yurtsever mücadeleyi nasıl ve hangi dayanaklar üzerinden yürütebileceği.
Yurtseverlik, ne olursa olsun, ülkenin iç çelişkilerinin dış politikada buharlaşması ve sınırlarımızın ötesindeki gelişmelerle ilgili Türkiye’nin desteklenmesi anlamına mı gelmektedir? Mesela, kendilerine “bilimsel sosyalist” diyerek şişinmeyi pek sevenlerin yaptığı gibi, “AKP orada ABD ile savaşacak” iddiasıyla tezkereyi desteklemek, yurtsever mücadelenin gereği midir?
Yoksa, AKP rejiminin dışarıda attığı adımların, içerideki iktidarının devamını sağladığını, dış politikada yürütülen stratejinin ülkemizin emekçi halkının somut ve gündelik çıkarlarıyla tamamen uyumsuz olduğunu, sınır ötesindeki maceraların halkımız açısından daha fazla yoksulluk ve ölümden başka bir karşılığı olmadığını görüp, bir siyasal aktör, uluslararası bir tetikçi devlet, bölgede emperyal hevesler peşinde koşan bir taşeron rejim olan Türkiye’nin, egemenlerin Türkiyesi’nin, Erdoğan Türkiyesi’nin yenilmesi, yani stratejik ve politik olarak iflasa sürüklenmesi için mücadele etmek midir yurtsever siyaset?
Soyut çelişkinin somut görünümlerini, dış politikanın ülke içindeki karşılıklarını, emperyal heveslerin sömürü ve cinayetlerle olan bağını kavrayabilen bir bakış, gerçek, devrimci ve emekçi karakterli bir yurtsever yaklaşım, bu soruya ikinci yanıtı verecektir.
Çünkü ülkemizin, bizim ülkemizin, emekçi halkımızın elleriyle yarattığı güzel ülkemizin varlığını sürdürmesi, AKP’nin yenilmesi ile mümkündür.
Türkiye’nin eşitliğin, özgürlüğün, aydınlığın ve kardeşliğin yaşam bulduğu bir ülke olabilmesi için, AKP rejiminde cisimleşen gerici ve piyasacı saldırganlığın yenilmesi gerekmektedir.
AKP, tam da bu yüzden, sadece ülke içinde değil, bölgede de, Suriye ve Kobane’de de, yenilmelidir.
AKP yenilmelidir; çünkü bizim ülkemiz, bizim yurdumuz yaşamalıdır.