Son iki yılın siyasal atmosferine baktığımızda, çeşitli ölçek ve gündemlerde yaşanan krizleri, sonra bu krizlerin üzerinin örtülmesini görüyoruz. Ya da iktidarın uygulamaları karşısında yükselen tepkileri, ardından da tepkilerin geri çekilişine tanık oluyoruz.
Her seferinde kriz ya da tepkiler önce yükselme eğilimi gösterirken, bir yerden sonra inişe geçiyor. Ve yine her inişle birlikte, AKP’nin bu defa duruma hakim olmayı, sorun yaratan dinamikleri kontrol altına almayı, kısacası iktidarını yeniden tesis edip istikrarı sağlamayı başardığını söyleyenler çıkıyor.
Sonra bir kez daha kriz, yine yükselen tepkiler...
Yakın geçmişin döngüsü biraz böyle bir manzara çiziyor. Dolayısıyla, Türkiye’nin son birkaç yılını düşünürken istikrardan söz etmenin bir anlamı kalmıyor.
Peki neden böyle oluyor?
Çok daha ayrıntılı ve farklı parametreleri de devreye sokarak yanıt verilebilir bu soruya. Şimdilik ise, bu yazı açısından değinmenin anlamlı olacağı bir noktaya yoğunlaşalım.
AKP rejimi, görece tutarlı sayılabilecek ve bir strateji duygusu da barındıran yönelimlerinin sonuçları karşısında zaman zaman tökezlemekte, yüz yüze geldiği tıkanıklıkları aşamayıp arzu ettiği mesafeyi kat edememektedir. Daha açık bir ifadeyle söylersek, AKP rejimi iç ve dış politika arasındaki bütünlüğü ve tutarlılığı kaybetmektedir.
AKP’nin iktidar stratejisi açısından düşünüldüğünde, dahası 12 yıllık süreçte arkasındaki sermaye ve emperyalizm desteği de göz önünde tutulduğunda, sözünü ettiğimiz bütünlüğün zedelenmesinin ne kadar ciddi sorunlara yol açabileceği anlaşılacaktır.
Çünkü AKP, şimdiye kadar içeriye dışarıyı, dışarıya ise içeriyi göstererek yürümektedir.
AKP Türkiye sermaye sınıfına yatırım alanları, geniş pazarlar, yüksek kar ve ihale fırsatları için dış politikasını gösterdi. Dış politikada uluslararası emperyalizmin desteğini arkasına almış olmanın rahatlığıyla, ülkedeki sermaye sınıfının karşısına son derece cazip tekliflerle oturma şansını bulan AKP, böylelikle dış politikadan devşirdiği gücü iç politikadaki yerini sağlamlaştırmak için kullandı.
Aynı mekanizma, tersinden de işletildi. Başta burjuva sınıfının desteği olmak üzere, rejimin kilit roldeki aktörleriyle girdiği ittifaklar, toplumun demokratikleşme, AB üyesi olma, darbelerle hesaplaşma gibi beklentilerle uyutulduğu bir dönemde elde edilen siyasal ve toplumsal mevziler, bu sefer dışarıya, özellikle de ABD’ye gösterilerek, dış politikada daha aktif rol üstlenmek için masaya sürüldü.
Özetle AKP, Türkiye burjuvazisine “benim arkamda öyle bir güç var ki, sen de benimle beraber olursan dış politikamın nimetlerinden yararlanırsın” derken, dünya emperyalizmine de “ülke içindeki iktidarım ve meşruiyetim o kadar sağlam ki, aradığın atak ve cesur müttefiki bende bulabilirsin” diyordu.
Bu bütünlük, uzunca bir süre iş gördü. Ta ki, AKP’nin stratejisi önce sendelemeye başlayıp, sonunda da tümüyle felç haline dönüşene kadar. Suriye ve Haziran Direnişi, bu felcin başlıca nedenleri oldular. Artık AKP, dış politikada sık sık çuvallarken, iç politikada da çok geniş bir muhalefetin ve tepkinin muhatabı haline geldi. İçeriye ve dışarıya verilen mesajların bütünlüğü ortadan kalktı.
Bu çözülüşün başka aktörler tarafından da görüldüğünü anlamak zor değil. Ancak buradaki asıl kaygı, AKP’nin kurtarılması değil, AKP rejiminin burjuvazi ve emperyalizme sunduğu kazanımların kurtarılmasıdır. Diğer bir deyişle, AKP’nin sonu ne olursa olsun, AKP rejiminin, hatta AKP’siz bir AKP rejiminin bekası güvenceye alınmalıdır.
Ortadaki sorun ise, AKP’siz bir AKP rejiminin nasıl ve hangi güçler üzerinden kurulabileceğidir. ABD zaman zaman ilişkileri gerse ve kimi küçük denemeler yapsa da, AKP’den kurtulmak konusunda kesin bir karar almış ve bütünlüklü bir plan oluşturmuş değildir. Aynı zamanda, Türkiye siyasetinde böylesi bir müdahaleyi hem taşıyacak hem de sürdürecek bir siyasal aktör görünmemektedir. Marie Harf ya da Jen Psaki üzerinden yürütülecek bir müdahalenin etkisi ise, doğal olarak, çok sınırlıdır.
Bir parantez açarak, Türkiye tarihinin amerikancılık konusunda en sadık kurumunun TSK olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla, şimdi değil, ama ABD AKP’den kurtulmayı bir gün ciddi ciddi düşünürse, buna en hızlı ve en rahat adapte olacak aktörün de TSK olacağını düşünebiliriz. Nitekim MGK toplantısının bu kadar uzamasına neden olan tartışmaların bir kısmının TSK ile AKP arasında geçtiği kulislerde konuşulmaya başlandı bile.
Başka aktörlerin de bu süreci gördüklerini söyledik. Doğal olarak, bunlar arasında Kürt siyaseti de var. AKP’nin en savunulamaz olduğu anlarda bile hükümet ile ilişkisini bozmamak konusunda üst düzey çaba harcayan Kürt siyasetinde, en son örneğini Aysel Tuğluk’un açıklamalarında gördüğümüz bir yeniden değerlendirme sürecinin ipuçları seçilebilir. Tuğluk’un Kürt siyasetinin “bazı” konuları yeniden değerlendirmesi ve Kürtlerin AKP’ye tutamak noktası olmaması gerektiği, AKP’nin çözüm sürecindeki muhatap olmaktan çıktığı ve seküler güçlerin devreye girmesine ihtiyaç olduğu yönündeki sözleri, yukarıda betimlemeye çalıştığımız tablo ile birlikte düşünüldüğünde ilginç ihtimallere işaret ediyor. Dahası, Tuğluk’un sözlerine yansıyan eğilim güçlenirse, sadece Kürt siyaseti ile AKP arasındaki ilişkilerin değil, Kürt siyasetinin iç dengelerinin de yeniden düzenleneceği bir sürecin açılacağı düşünülebilir.
Velhasıl, AKP, başta belirttiğimiz kriz ve tepki döngüsünü ortadan kaldıramadıkça, dolayısıyla istikrarsızlık olağan duruma dönüştükçe, AKP rejimi ile ilişkilerini gözden geçirmeyi, yeniden tarif etmeyi ya da tümden değiştirmeyi düşünecek aktörler de ortaya çıkacaktır.
Bunun ötesine geçecek kestirim ya da beklentiler ise, şimdiki verilerle düşünüldüğünde risklidir. Fakat kesin olan, süreci daha dikkatli ve daha özenli izlemek gerekliliğidir.
Çünkü dengeler bir kere sallandığında, tümüyle kontrolden çıkma ve darmadağın olma ihtimali de belirir.