Hannah Arendt, On Revolution adlı kitabında Amerikan Devrimi ile Fransız Devrimi arasında bir karşılaştırmaya girişir. Bu karşılaştırmanın değerlendirilmesi ayrı bir konu, ancak kitap boyunca yaptığı bir ayrım bu yazının konusuna erişmek için vesile olacak. O da “siyasal devrim” ile “toplumsal devrim” arasındaki ayrım.
Arendt bir devrimin siyasal ve toplumsal boyutlarını veyahut uğraklarını ayırmıyor; birer tür olarak siyasal ve toplumsal devrimi birbirinden ayırıyor ve Amerikan Devrimi’ni siyasal, Fransız Devrimi’ni de toplumsal devrim olarak tanımlıyor.
İlk bakışta, marksistlerin de yapageldiği bir ayrıma benzediği için özel bir sorun görülmeyebilir. Ancak Arendt’in ayrımı, özünde demokratik haklar ve özgürlükler konusu ile sınıflar arasındaki eşitsizlikleri birbirinden koparma gayretine dayanıyor. İşte böylece, Amerikan Devrimi hak ve özgürlüklerin temel alındığı bir devrim olurken, Fransız Devrimi sınıf yapısını hedef alan bir toplumsal devrim oluyor, Arendt’e göre.
Bu ayrımda, gerçi Arendt tarafından açıkça dile getirilmemiştir ama, kendisinden sonraki liberaller tarafından şevkle kullanılan bir tuzak yatıyor: Siyasal yapının niteliğiyle ilgili olan haklar ve özgürlüklerin, toplumsal yapıdaki sınıf eşitsizlikleriyle bağının koparılması.
Daha açık bir deyişle, toplumsal yapıdaki sınıf eşitsizliklerinin, siyasal yapıdaki hak ve özgürlükler bahsiyle ilgisiz (irrelevant) sayılması.
Bir tür sınıf mücadelesiz hak ve özgürlükler kavgası; sömürü ve mülkiyet eleştirisini barındırmayan siyasal muhalefet tarzı; demokratik hak ve özgürlükler lehine sınıf eşitsizliklerinin rafa kaldırılması.
Bu nedenle, Arendt’ten el alan birçok liberal, demokratik hak ve özgürlükler konusunu, toplumsal yapıdaki sınıf eşitsizliklerine ve sömürüye el sürmeden tartışmayı tercih etmiştir. Baskının ve özgürlüksüzlüğün teşhir edilmesine canhıraş girişirken, sermaye sınıfını ve onun çıkarlarını bir anda sisler arkasına saklamışlardır.
Bu tuzağın hayli etkili olduğunu söylemeye gerek yok.
***
Etkisi sadece sol düşünceye sızmakla ilgili de değil. Solun, liberal etkiden en uzak ve muaf kesimleri bile, yukarıda işaret ettiğimiz ayrıma dayanan tuzağa yakalanmaktan kurtulamamıştır.
Nasıl mı?
Demokratik hak ve özgürlükler ile sınıf mücadelesini, bu defa tersinden, sınıf mücadelesi lehine kopararak.
Arendt ve muhiplerinin demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması ve korunması için sınıf eşitsizliklerinin giderilmesine, sömürü ve mülkiyete dayalı toplumsal yapının dönüştürülmesine ihtiyaç olmadığını düşünmeleri gibi; karşı cephe de aynı tutumun eşleniğini icat etmiş, sınıf eşitsizliklerinin giderilmesi, sömürü ve mülkiyete dayanan toplumsal yapının dönüştürülmesi için yürütülen mücadelede haklar ve özgürlüklerin önemini/değerini yok saymış, en iyimser ifadeyle küçümsemiştir.
Temel insan hakları, yurttaşlık hakları, kamusal haklar, özgürlükler, adalet, yasallık vb. için yürütülen veyahut yürütülmesi gereken mücadeleler, hep sınıf mücadelesini erteleyen çapaklar, trafiği sıkıştırarak sıranın devrime gelmesini geciktiren bariyerler olarak anlaşılmıştır.
Oysa, görünüşte ve niyette daha devrimci olsa da siyasal kurtuluşla toplumsal kurtuluşu, rejim sorunu ile geçim sorununu, hangisinin lehine olursa olsun böyle acemice ayrıştırmanın anlamı, Arendt’in tuzağına balıklama dalmaktan başka bir şey değildir.
O halde, siyasalın toplumsal yapı içine köklenmiş kaynaklarını ve toplumsalın da siyasal yapı içine uzanan çatışmalarını tek bir bütünlük içinde kavramaktan; kavramak da yetmez, bunu etkin ve kitlesel bir mücadele kulvarına dönüştürmekten başka bir yol yok.
***
İçinden geçtiğimiz günlerin manzarası, zaten böyle bir bütünlüğü dayatıyor da. Deyim yerindeyse, teori düzeyinde unutulan bütünlüğü pratik mecbur kılıyor.
En azgın örnekleriyle faşizmin adım adım inşa edildiği bu ülke, bir yandan haklar ve özgürlüklerin ortadan kaldırılmasına, bir yandan da buna eşlik eden ağır bir yoksullaşma ve sefalete tanık oluyor.
Şurası kesindir: Geçim sorununu rejimin niteliğiyle ilişkilendirmeyen; sermaye sınıfına karşı mücadeleye rejimle hesaplaşmayı da eklemeyen bir muhalefet tarzının kazanma ihtimali yoktur. Aynı biçimde, rejim sorunu ile sermaye sınıfının sömürü ve mülkiyet düzeni arasında rabıta kurmayan bir muhalefet de kozmetik olmanın ötesine geçemeyecektir.
Bu durumda, geçim ve rejim sorununu buluşturan bütünlüklü bir mücadele çizgisi ile onun örgütsel karşılığının yaratılması ertelenemez bir görev statüsüne yükselmiş sayılmalıdır.
Sonuç da böyle belirginleşiyor: Arendt’in tuzağından ne kadar kurtulabildiği, solun, üzerine yüklenmiş görevin hakkını ne kadar verebileceğini de belirleyecektir.