Samir Amin’in dün İleri Haber’de yayınlanan söyleşisinde, başlığa da çektiğimiz sözü “daha birçok Gezi’ye tanık olacağız” oldu. Elbette bu sözün okuyan ya da duyan herkes üzerinde heyecanlandırıcı bir etkisi var. Öte yandan, Amin’in sözlerinin bir heyecana indirgenmeden, ciddiyetle ele alınması da bir gereklilik.
Zira Amin’in sözlerindeki vurgu, geleceğe dair umutlu ve iyimser bir bakıştan daha fazlasını barındırıyor. Önümüzdeki dönemde halk hareketinin yeni ve güçlü çıkışlar yapma olasılığı, her şeyden önce Türkiye’nin siyasal ve toplumsal dengelerindeki hassasiyetten kaynaklanıyor.
Oysa ilk bakışta görünen, tam tersi bir tabloyu işaret ediyor. Karşımızda 12 yıldır iktidarda olan, ara sıra tökezlese ya da hızını kaybetse de ilerleyişini sürdüren bir hükümet ve onun lideri var. Bu 12 yılda devletin tümünü ele geçiren, yargıdan akademiye kadar geniş bir alanda mevziler kazanan, iş ve basın dünyasını kimi zaman tehditle kimi zaman da rüşvetle etkisi altında tutan, düzen muhalefetini ve orduyu etkisiz hale getiren, karşılaştığı toplumsal tepkileri ölçüsüz ve kuralsız bir şiddetle bastırabilme cüretini gösteren, cemaatin operasyonlarından sonra bile seçimden başarıyla çıkan ve sonunda cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturup devletin tek hakimi olmayı başaran, Erdoğan’ın siyasal ve kişisel varlığında cisimleşen bir AKP iktidarına tanık oluyoruz.
Dedik ya, tabloya bu açıdan bakıldığında güçlü, hem de gayet güçlü bir iktidardan söz ediyoruz. AKP’nin ve Erdoğan’ın gücünü hafife almak ise, AKP karşıtı mücadelede düşülebilecek en büyük yanlış olmaya devam ediyor.
Fakat tam da burası, yani AKP’nin ve Erdoğan’ın gücünün ya da egemenliğinin bu en katıksız görüntüsü, önümüzdeki dönemde yükselmesi olasılığını vurguladığımız toplumsal direncin kaynağını oluşturuyor. Üstelik, bu olasılık, öyle basitçe “halkın tepkisi” biçiminde tarif edilemeyecek bir nesnel zemine, Türkiye siyasetinin yaşadığı daralmanın özgün koşullarına dayanıyor.
Amin’in vurgusunun ciddiyetle ele alınması gerektiğini söylerken kast ettiğimiz de, bu nesnel zemin ya da özgün koşullardır.
İlk olarak, Türkiye’de AKP rejiminin siyaset alanında yarattığı daralmaya dikkat çekmek gerekiyor. AKP’nin ve Erdoğan’ın rejim üzerindeki egemenliği o kadar keskinleşmiştir ki, zaman zaman gereksinim duyulan denge mekanizmaları tümüyle devreden çıkmış, böyle olunca da siyasal ve toplumsal alan mutlak ve katı bir karşıtlıkla tanımlanır hale gelmiştir. Bu karşıtlık ilişkisinin en somut görünümü, halk ile iktidar arasındaki basamakların giderek çözülmesi, hatta kaybolmasıdır. Dolayısıyla, Türkiye siyaseti, AKP ile halkın karşı karşıya, burun buruna geldiği bir sıkışma içerisine girmiştir.
Olağan koşullarda, düzen muhalefetinin ve rejimin kimi aygıtlarının denge mekanizmalarını kullanabilmesi, halk ile iktidar arasındaki basamakları doldurabilmesi ve sert karşı karşıya gelişleri yumuşatabilmesi beklenir. Hatta kapitalizmde parlamenter sistemin işletilmesinin ve birbirinden farklı düzen partilerinin var olmasının nedenlerinden biri de budur. Ancak Türkiye kapitalizminin yaşadığını söylediğimiz daralmanın bir başka sonucu, düzen muhalefetinin ve rejimin siyasal aygıtlarının işlev göremeyecek ölçüde silikleşmesidir. AKP rejiminin iktidar stratejisi, kendisine yönelecek tepkileri düzen sınırları içerisinde soğurabilecek bir “yardımcı oyuncu”ya dahi özerklik tanıyamayacak kadar baskın ve istilacıdır.
Bu koşullarda, iktidar karşısındaki tepkilerin ve her düzeydeki hak taleplerinin düzen sınırları içerisinde karşılanması, karşılanmasını da bir kenara bırakalım, temsil dahi edilmesi giderek zorlaşmaktadır. Diğer bir deyişle, bugünün Türkiye’sinde siyaset alanı öylesine daralmıştır ki, toplumun geniş kesimleri beklentilerini karşılayacak ve kendisini siyaset alanında temsil edecek bir özneyi düzen içerisinde bulamamaktadır. Bu durumun doğal sonucu, Türkiye’de AKP karşısında yükselecek gerçek bir toplumsal muhalefetin, sadece solla ve sosyalist hareketle temas kurarak başarıya ulaşabilecek olmasıdır. Tersinden söylersek, mevcut koşullarda halkın somut ve acil taleplerinin temsilcisi olmaya soyunan bir sol ve sosyalist hareket, AKP iktidarıyla göğüs göğüse savaşma imkanına da erişecek, AKP karşıtı siyasal ve toplumsal kulvarın “sözde değil, özde” sahibi olmayı başarabilecektir.
O zaman ikinci noktaya gelelim. Kabaca tarif ettiğimiz daralma, aynı zamanda AKP’nin burjuva düzeninin neredeyse tümünü yuttuğu bir tekleşmeye de dönüşme eğilimindedir. Bir başka ifadeyle, rejimin tüm kanalları AKP tarafından tıkanır ve denge mekanizmaları devreden çıkarılırken, burjuva düzeninin AKP rejimi dışındaki sürdürülebilirliği ciddi bir sorun haline gelmektedir. Burjuva düzeninin AKP’yi dengeleyici bir alternatif yaratma denemeleri, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da başarısız olursa, AKP ile burjuva rejimi ontolojik olarak da özdeşleşecek, dolayısıyla AKP karşısındaki mücadele doğrudan doğruya Türkiye kapitalizminin meşruiyetine yönelmiş olacaktır. Bu, henüz bir saptama olarak ileri sürülemeyecek olsa da, ciddiye ve dikkate alınması gereken bir ihtimaldir ve yukarıda söz ettiğimiz solun ve sosyalist hareketin AKP karşıtı siyasal kulvarın sahipliğine soyunması gerekliliği ile birlikte düşünülmelidir.
Zira, AKP’nin kendi cisminde burjuva düzeninin de tek temsilcisine dönüşmesi, AKP karşıtı mücadele ile sosyalizm mücadelesini bir ve aynı şey haline getirecektir. O koşullarda, burjuva düzeninin kararlı ve devrimci bir halk hareketi karşısında AKP’yi kurban vererek kendisini kurtarma şansı da zayıflayacaktır. AKP’nin Türkiye kapitalizmini bir bütün olarak içerme eğilimi gerçeklik kazanırsa, gerileyen ya da zedelenen sadece AKP olmayacak, burjuva düzeni de kaybedenler arasına yazılacaktır.
İş bu noktaya gelirse, AKP karşıtı mücadele sosyalist devrim mücadelesinin bir uğrağı olmanın da ötesine geçecek, Türkiye devriminin nesnel zemini haline gelecektir.
Buraya kadar söylenenler, fazla iyimser ya da cesur, hatta biraz da aşırı bulunabilir elbette.
Öyleyse, Stendhal’in sözlerine sığınmak kaçınılmaz olur: “Hangi büyük iş vardır ki, başlangıçta aşırı sayılmasın?”