Atılım için...

Wall Street Journal demiş ki, "Ankara artık Washington'un müttefiki değil".

Bugün Sedat Laçiner ise İnternet Haber adlı sitede Ankara'nın, IŞİD politikasının hatalarını yazdı. Türkiye'nin mezhepçi görünümden kurtulamadığından, kendi bağımsız "üçüncü yol" çizgisini oluşturamadığından dem vuruyor.

Bölge politikasında bu nedenle başarısız olunduğunu söylüyor.

Son olarak Hürriyet'ten Sedat Ergin'in aktardığına göre Davutoğlu, Türkiye'nin yürüttüğü "çözüm süreci"nin Ortadoğu'daki tek başarı öyküsü olduğunu söylüyor.

Davutoğlu Anayasa'yla ilgili olarak da, "İsteriz ki, öyle bir formül bulalım ki, herkes elini taşın altına koysun ve toplumda hiç kimseye, hiçbir kesime dışlanmışlık hissiyle davranılmasın" diyor.

Ve nihayet Washington'un giriştiği IŞİD karşıtı koalisyonun neden 2001 sonrası harekattan farklı olduğunu, İleri Haber'de Mehmet Karaoğlu'nun "Obama'nın konuşması ve 'yeni 11 Eylül'" başlıklı yazısında okuduk. 

İstikrarsızlık diyorduk.

İşte size istikrarsızlığın, kararsızlığın örnekleri... 

Elbette kimi planlar, hedefler vs. var. Örneğin elbette ABD IŞİD'i bahane ederek bir operasyona girişebilir. Ancak bunun bölgede kalıcı ve istikrar getirici bir adım olacağını söyleyebilir miyiz?

Elbette AKP, "çözüm süreci" için kimi adımlar atabilir. Yine bunun, Türkiye'ye bir istikrar getirmesini beklemek mümkün mü?

Kararsızlık dönemlerinde, kararlı bir projeye sahip olanlar kazanır.

Bölgenin ve ülkenin kaderini, elinde bir iddiası olanlar belirler. 

Başka türlüsü mümkün değildir. 

Tüm büyük aktörlerin inisiyatif kaybettiği, bölgedeki çatışmaların aynı zamanda büyük güçler arasındaki gerilimleri yansıttığı bir dönemde, kendi kaderinizi bir başka gücün kaderine bağlayamazsınız. 

Küçük de olsa bir iddiaya sahip olacaksınız...

Birinci Dünya Savaşı'nın öncesine ve sonrasına bakalım. Türkiye ve Rusya açısından yaşanan budur.

Savaşın sonunda, Türkiye'de ve Rusya'da kendine ait bir projesi olanlar kazandı.

Ciddi siyasi öznelerin içinde bulunduğumuz konjonktüre ilişkin temel okumasının bu "kararsızlık" üzerine olduğundan hiçbir şüphemiz bulunmuyor. 

Bu radikal İslamcı aktörler için olduğu kadar, Suriye için, İran için, Kürtler için ve hatta Türkiye için de geçerli...

Tüm bu saydığımız aktörler, bölge ve dünya okuması gereği kendilerine ait iddialara doğru salınmaya çalışıyorlar, kendilerini görece bağımsız bir pozisyona doğru itmeye çalışıyorlar. Başarının burada olduğunu en azından seziyorlar.

Ancak tüm bu aktörlerin bağımsız birer iddiaya sahip olabilmelerinin belli sınırları bulunuyor.

Ya sosyalistler?

Evet, sosyalistler açısından da aynı şey geçerli...

Sosyalistlerin avantajları ve dezajantajları var. 

Avantajımız, "bağımsızlık" konusunda kimse elimize su dökemez. 

Handikabımız ise, kendi projemizin anlaşılırlık sorunu olması. 

Belki en gerçekçi projeye sahip olan sosyalistler olarak, tam da bu anlaşılırlık sorunu nedeniyle, sahici, samimi ve gerçekçi görünmüyoruz. 

Nedenlerine bu yazıda uzun uzadıya giremeyeceğiz...

Sosyalizmin toplumsal karşılıklarının neler olduğuna ilişkin yeni bir söylem yaratamamış olmamız... 

Ülke toprağıyla kurduğumuz ilişkideki sakatlıklar...

Sosyalizm hedefiyle toplumsal mücadeleler arasında köprüler kuracağımıza, neredeyse duvarlar örmeye alışmış olmamız...

Örgütsel zaaflar... Örgüt kurma konusunda tarihsel zaaflarımız... Şablonculukla, dağınıklık arasında gidip gelmemiz...

Bu liste uzatılabilir. 

Bu zaaflar, kötümser bir bakışla sıralanmadı. 

Tam aksine şunu söylüyoruz: 

Sosyalizmin toplumsal bir seçenek haline gelebilmesinin önünde kendimiz dışında bir engel bulunmuyor. 

Reçeteyi ise, toplumsal iddialarımızda buluyoruz. Yukarıda saydığımız sorunları bertaraf edecek, nesnel koşulları olan atılımın gerçekleşmesini sağlayacak tek gerçek çözüm bu olabilir. 

TKP'nin 94'üncü kuruluş yıldönümünde, komünistlerin böyle bir iddiaya sahip olması en büyük kazanımımızdır. 

Gerisi... 

Dar örgüt gündemleri...

Dedikodular...

Şemsiyeler... 

Aman bizden uzak dursun...