Pazar gecesinin eğlencesi sosyal medyadan çıktı. BHH İstanbul ve Ankara Buluşmaları’dan bizler yeni bir heyecan ve keyifle ayrılırken, bir zat-ı muhterem memnun kalmamış olacak ki, akşam saatlerinde sosyal medyayı “salladı”. Elbette herkes bu buluşmalardan memnun kalacak diye bir şey yok; üstelik olağanüstü bir hızla örgütlenmeye çalışılan etkinliklerde birçok eksik olduğu da inkar edilecek şey değil.
Fakat bizim bahsettiğimiz zat, ne BHH’nin etkinlik organizasyonunu ne de sürdürülen çalışmanın genel ilkelerini ele almış. Onun derdi Türkiye’de kaç marksist kaldığı, kimlerin marksizmden ve sosyalizmden anladığı, anlamayanlara hangi görevlerin uygun düştüğü gibi şeyler. Kendi sözleriyle aynen şöyle:
“Burada 68 sonrası mevcut insanlara teşekkür ederek, emekliliklerini istemek şart. Teşekkür yani. O kadar.
Sol vb laflar eden ÖDP, Dev Yol vs herkesin tarihten silinmelerini ve asla ve katiyen –ne olduğu hakkında fikir sahibi olmadıkları- sosyalizmle ilgili tek kelime dahi konuşmamalarını sağlamak zaten mecburiyet.
Bugün gittim baktım. Tarihten silinmeleri şarttır. ‘Eski solun’ yok edilmesi şarttır.
Konuşulamaz, temas edilemez.”
Devam ediyoruz.
“Bunları yazmak istemiyorum ama. Arkadaşların durumu anlamamaları can sıkıcı.
Bu ülkede Marksizm hakkında konuşacak on kişi vardır ve durum budur.
Ama bunun sosyalist olmakla alakası zayıftır. O ayrı konu. Siyaseten sosyalist olduğunu zanneden çoluk çocuk da bu işten uzak dursa iyi olur.
Yazmayın yani. Sokakta faydalı olun. Fazlası olmaz. Cehaletiniz o kadar aşırı boyutta ki. Yazmayın, konuşmayın, söylemeyin.”
Şimdi, ben bu zatı tanımam, ne işle meşguldür, ne tür deneyimlere sahiptir, sosyalist harekete ve marksist kurama nasıl katkıları olmuştur, duymadım ve de bilmem. Bilenin çıkacağını da sanmam...
O yüzden kendisini kendisine havale ederek, bu dehşetengiz satırlarda açığa çıkan zihniyete, tahayyüle, hatta histeriye bakmayı tercih edeceğim.
Öncelikle, ilk satırlardan anlıyoruz ki, kendisi “68 sonrası mevcut insanlar”dan değildir. Oysa bu “hayatın olağan akışı”na aykırı olacağına göre, kendisi 68 sonrası mevcut “o” insanlardan olmayabilir en fazla. Demek ki, 68 sonrası mevcut insanlar iki kategoriye ayrılmaktadır: “o” insanlar ve diğer 9 kişiyle beraber bu zat. Ancak bu kategorizasyonun gerekçeleri ve kıstasları konusunda bizi aydınlatmadığı için, bu zatın neye dayanarak bu kategorizasyonu yaptığı karanlıkta kalıyor. Yoksa, bu zat, kimin görev süresinin ne zaman dolduğunu, kimin emekli edilmesi gerektiğini, kimin artık faydalı olup olmadığını saptayan, bu kararı alıp tebliğ edebilmenin kudretini taşıyan, kısacası etraftaki kalabalığı sadeleştirme ve çekidüzen verme yetkisine sahip o tanrısal iradenin cisimleşmiş hali olan “patron”, “ilah” ya da meşhur “leviathan” olmasın?
En azından, emekli edilmeleri gerekenlere yüce kişiliğinin bir nişanesi olarak teşekkür etmeyi ihmal etmediği için teselli bulacakken, bu zat, “eski sol”un yok edilmesi ve tarihten silinmesi gerektiğini, bunlarla konuşulamayacağını, temas dahi edilemeyeceğini söyleyivermiş. Bu kadar ürpertici bir tonlamanın ve vurgunun ardında ne tür bir kanıtlama ya da uslamlama yatıyor diye düşündüğümüzde ise o karşı konulmaz teklik ile, iktidar olmanın sorumsuz yetkesiyle, vehmedilmiş gücün baş döndürücü keyfiliğiyle karşılaşıyoruz: “Bugün gittim baktım”. İşte bu kadar! Bu zat, gitmiş, bakmış ve kimsenin göremediği “gerçek”leri görmüştür. Gördüğünün doğruluğu ya da gerçekliği konusunda en ufak kuşkusu dahi yoktur, görme yetisi zaten kendisine aittir, gördüklerinin bir kanıta ya da sağlamaya ihtiyaç duymadığı da bellidir, zira o kanıt bizzat kendisi, kendi cisminde temsil ettiği ilahi kudretidir.
Zaten gördüklerini kimsenin görememesinden, “arkadaşların durumu anlamamalarından” şikayetçidir. Kimsenin göremediği şeyin doğruluğunu ya da gerçekliğini sorgulamak ise, haşa, söz konusu dahi olamaz. Eğer bu zat görüyorsa ve başka kimse göremiyorsa, hata “arkadaşlar”dadır. Bu zatın durumu, onunla aynı halisünasyonları görmeyenlerin kör olduğunu sanan nevrotik bir vakayı andırmaktadır. Kendi akli melekelerinden değil, “arkadaşlar”ının görme yetisinden kuşkulanmak, hem daha kolaydır hem de daha fazla haz vermektedir çünkü. Bu sayede, basbayağı sakatlanmış olan bilişsel varlığını kendisinden saklamakta, aynı anda tanrısallığını ve üstünlüğünü bir kez daha teyit etme şansını yakalamaktadır. O, patolojik bir deneyimin kurbanı değil, sınırsız yetisini ve yetkesini bizim üzerimizde kullanan mutlak iradedir artık.
Neyse ki, Yehova kadar kıskanç değildir bu zat, en azından iradesini ve yetkesini birkaç kişiyle paylaşmayı kabul etmiş, Türkiye’deki marksist sayısını 10’a kadar çıkarmıştır. Söylemeye gerek yok ama, bu 10 sayısını 9+1 şeklinde, hatta 1+9 şeklinde de anlayabiliriz tahminimce. Gerisi ise, bu kutsal 10’un dışında kalanlar ise, ilahi kudretten nasibini almamış sefil ölümlüler ise, kendini, yerini, haddini bilmelidirler. Sosyalizm gibi ancak 1+9 kişinin künhüne erebileceği işlerle uğraşmamalı, eğer illa uğraşmak istiyorlarsa da tüm benlik ve varlıklarıyla itaat etmelidirler. Cehaleti paçalarından akan bu çoluk çocuk kalabalığı, bu ayak takımı, “yazmamalı, söylememeli, konuşmamalı”dır. Zihinsel ve bedensel güçlerini efendilerinin elini sürmeye tenezzül etmediği işlere ayırmalı, mesela tabana kuvvet yollara dökülerek ya da elde afiş, bildiri, gazete gezerek “sokakta faydalı” olmalıdırlar. 1+9 kişiden müteşekkil kutsal ruh ya da “yenilmez armada” onlar yerine, onlar adına, onlar için yazacak, söyleyecek, konuşacaktır. Yazmak, söylemek, konuşmak, aynı zamanda düşünmek, tartışmak, aramak sadece sıradan canlıların arasından sıyrılmış olan ve etrafında parlayan halenin ışıklarıyla hepimizi aydınlattığı için şükretmemiz gereken tanrısal kudretin yetkesindedir. “O kadar”.
Evet, bu kadar.
Her komedinin trajediye göz kırptığı, her trajedinin ise komikleşmeye başladığı bir uğrak vardır. Şu anda tam olarak o noktadayız.
Bu uğrak, hiç de arkeolojik soruşturmalara ihtiyaç duymadan, yalınkat bir gerçeklik halinde “muhteva”yı gözler önüne seren andır. Ne kadar hayal edilmiş, vehmedilmiş ya da varsayılmış olursa olsun, bilginin, konumun, ait olunan topluluğun bir iktidar ilişkisine, bir üstünlük stratejisine, bir ayrıcalık gerekçesine dönüştüğü bir zihniyet, bir tahayyül, bir histerik duygu durumudur karşımızdaki.
Kibrin, cüretin, üstünlük sanrısının, ayrıcalıklı bir topluluğun parçası olduğunu sanmaktan alınan hazzın başka insanlar üzerinde işletildiği, fanilerin ilahların kudretinin nesnesi olduğu bir distopyayı da andırmaktadır.
Tek somut kanıtı kendisi olan, tek somut başarısı yine kendisi olan, tek somut planı yine ve yine kendisi olan bu zatın yetkesinin ve yetkisinin tek somut kaynağı da yine, yine ve tabi yine kendisidir. Mesela, kendi kendisine verdiği yetki ile başkalarına hiza vermeye girişen bir komedi figürünü de görebiliriz bu tabloda.
Ben ise, Türkiye’de sosyalist hareketi kendisine oyun alanı, iktidar mekanı ya da haz nesnesi haline getirmiş, kendinden menkul otoritesini ve iradesini bir kez olsun sınamaya dahi cesaret edememiş, kendi zihninin, kimliğinin, dilinin içine çekilmiş bir tarzın bizden uzaklaştıkça silikleşen gölgesini görüyorum.
Zat-ı muhterem, marksizmden anladığı kadar şiirden de anlar sanırım. Çünkü Nazım usta boşuna “müthiş bir bahtiyarlık” diye tarif etmemiş olsa gerekir “anlama”yı.
“anlamak, gideni ve gelmekte olanı”...
Siz giden taraftasınız bayım, biz gelmekte olan...
Siz batan geminin “marksist”isiniz, biz engin ufuklara yelken açan...
Bilmem, anladınız mı?