Bazarov’un baltası

Postmodernizmin, çağdaş nihilizmin, Bazarovların tilmizlerinin her şeyi kırmasından sonra geriye kalan şey, şimdi içinde yaşadığımız dehşetli dünyadır.

19. yüzyıl Rusya’sında materyalizm (hatta, sosyalizm) nihilizmle özdeş sayılıyordu. Özellikle Slavcı ekollerde materyalizm, hiçbir değer, miras, adap, sorumluluk tanımamakla, taşımamakla bir tutuluyordu. Dostoyevski’nin Cinler’de dokundurduğu gibi “serbest düşüncenin, ahlaksızlığın, Allahsızlığın kaynağı” olarak materyalizm (ve nihilizm) görülüyordu.

Herhalde Rus nihilizminin portresini Turgenyev’den daha güçlü biçimde çizen yazar olmamıştır. Babalar ve Oğullar’daki Yevgeniy Bazarov, hiçbir şeye inanmayan, hiçbir şeye saygı duymayan, hiçbir şeyi değerli bulmayan ve sadece dünya üzerinde mevcut olan her şeyi yakıp yıkmayı arzulayan bir karakter olarak Rus nihilizminin unutulmaz simgelerinden biridir. Ama belki de kitabın en çarpıcı sözleri Bazarov’un tilmizi olan, onu bir peygamber gibi gören Arkadiy Kirsanov’dan gelir: “Biz her şeyi kırıyoruz, çünkü biz kuvvetiz!”

En azından edebiyattaki imgesine baktığımızda, Rus nihilizminin tek arzusunun ve hedefinin bu  yönsüz yıkıcılık olduğu söylenebilir. O denli bir yıkıcılıktır ki bu, şiddetini yönelteceği gerçeklikleri reddettikçe kendini yıkmaya, kıracağı maddeden uzaklaştıkça kuvvetini kendi üzerine bastırmaya dönmüş ve belki de tarihte kendi kendini yok eden tek düşünce akımı olmuştur. Rus nihilizmi, yıkmayı, kırmayı, parçalamayı salık verdiği tüm gerçeklikleri dimdik ayakta bırakarak buharlaşmıştır.

Sadece iki noktayı vurgulayarak bu bahsi kapatacağım.

Birincisi, Rus nihilizmi, bir yenilgi döneminin ürünüdür. Rus aydınlanmasının 1820’lerden itibaren taşıdığı umutların 1850’lere gelindiğinde sönmüş olması, bu ilerici geleneğin radikal bir sinizme dönüşerek buharlaşmasının arka planını oluşturur. Öyle ki, Rus aydınlanmasının “babaları” Herzen ve Belinski gibi isimler “oğullarını”, yani Bazarovları gördüğünde dehşete düşmüştür.

İkincisi, Rus sosyalizmi, o dönemin sağcıları tarafından özdeşleştirildiği nihilizmle pek az ortak yana sahiptir. Deyim yerindeyse, 1880’lerden itibaren Rus devrimcileri Herzen ve Belinski’nin açtığı aydınlanma geleneğine ve ilerici düşünceye, nihilistlerin üzerinden atlayarak uzanmaya çalışmıştır. Daha özel olarak Rus Marksizminden ve Lenin’den söz ettiğimizde ise bu ilişki iyice kopmuştur. Rus aydınlanma tarihinde dayanak bulmak konusunda bir madenci azmiyle kazılar yapan Lenin, 1850-1860’ların nihilistlerini büyük ölçüde yok saymıştır. Her şeyi değil, kapitalizmi yıkmayı amaçlayan Lenin için materyalizm, maddeye nüfuz etmenin, gerçekliği değiştirmenin, gerçekliğin barındırdığı ama kapitalizm tarafından engellenen insani ve toplumsal imkanları özgürleştirmenin yöntemidir çünkü. Her şeyi yıkmak bir yana, kapitalizmi yıkmak için yararlanabileceği neredeyse tüm kaynaklardan azami fayda sağlamaya yöneliktir bakışı.

***

Dikkat çekici olan, kendisini yaratan koşullar tekrarlandıkça nihilizmin yeniden ve yeniden hortlaması ve bir kez daha kendisini materyalizmle özdeşmiş gibi gösterecek kılıklara girmesi. Hala içinde soluk alıp verdiğimiz postmodern atmosfer, tam da bir yenilgi dönemini takip eden ve radikal bir sinizmi materyalizm (hatta, sosyalizm) olarak servis eden nihilizmin yeni krallığı aslında. Postmodern düşüncenin bir süredir akademiden medyaya kadar tüm mevzilere konuşlanması ve felsefede, bilimde, sanatta ve siyasette biricik kural koyucu haline gelmesi bunun göstergesi.

Özetle, postmodern düşünce sosyalizmin yenilgisi döneminin balçık toprağında yetişerek bir kuvvet oldu, sonra da her şeyi kırmaya başladı.

Değerler, gelenekler, miraslar; ortak yaşamı mümkün kılan kurallar; toplumu bir arada tutan duygular; insanı bir kolektifin parçası yapan anlamlar; öngörülebilir ve herkes için kullanılabilir, talep edilebilir, hayata geçirilebilir tanımlar; kısacası, her şey Bazarov’un baltasının darbeleri altında kıymıklarına kadar ufalandı. Yerine konan şey ise, belirsizlik, anlamsızlık, tanımsızlık üreterek toplumu ve insanı süreklileşmiş bir anksiyete haline sokan akışkan bir bulamaç; değerlerin, anlamların, kuralların asla müşterekleştirilemediği ve böylece fiilen yok edildiği kaygan bir madde oldu. Frederic Jameson’un postmodernizm için “geç kapitalizmin kültürel mantığı” demesinin anlamı da bu.

Kuşkusuz, bütün bunlar bir komplo değil; “dünyayı yöneten beş ailenin” yuvarlak masalarında tasarlanan şeytani planlardan söz etmiyoruz. Postmodernizm gayet açık bir felsefi kökene, buradan türetilmiş toplumsal ve siyasal yaklaşıma sahip bir akım. Ancak esas gücünü bir bütün olarak benimsenmek zorunda olmamasından alan bir akım da aynı zamanda. Deyim yerindeyse, felsefi olarak parçaladığı bütünlüğü kendi bünyesinde de yok etmiş, böylece o ya da bu parçasıyla farklı farklı düşünce akımlarına ve düşünürlerin eserlerine dahil olabilmiştir. 20. yüzyılın başından bu yana baktığımızda Heidegger’den Foucault’ya, Butler’dan Deleuze’e, Laclau ve Mouffe’tan Negri ve Hardt’a kadar sızan, sirayet eden, istila eden bir ekol görürüz.

Bu ekolün alameti farikası ise toplumsalın ve siyasalın ontolojik temellerinin reddedilmesinde beliriyor. Postmodernizme göre, “nüfuz edilecek” bir madde yoktur; var olan her şey dil/söylem tarafından inşa edilmiştir. “Dünya” bir varlık düzeni içermez, “toplum” maddi bir ilişki olarak tanımlanamaz, sadece belirli bir dil/söylem tarafından inşa edilmiş şeylerdir bunlar. Kuşkusuz, “şeylere” dair söylemlerden ve bu söylemlerin “şeylerin” gerçekliğini çarpıtan içeriğinden söz etmek gerekli; bu zaten “ideoloji” eleştirisi denilen şeyin ta kendisi. Ancak “şeylerin” olmadığını, kendi ontolojik kaynaklarına sahip bulunmadıklarını, adeta Papaz Berkeley gibi her şeyin dil/söylemde varlık kazandığını söylemek ise başka bir pozisyon.

Yakın geçmişe baktığımızda bu yaklaşımın hangi başlıklar üzerinden sosyalist siyasete musallat olduğunu da görebiliriz. İktidarın, sınıfların, toplumun (şimdilerde cinsiyetin de) aslında kendi ontolojik temellerine sahip olmadığını, bunların belirli dil/söylemler aracılığıyla inşa edildiğini, haliyle bunların ne karşısında direnmek için ne de yanında yer almak için nesnel gerekçelerin bulunamayacağını ileri süren düşünsel silsile bunun örnekleri.

Hal böyleyse, yani iktidar ya da sınıf diye bir şey aslında yoksa ve bunlar sadece söylem yoluyla inşa ediliyorsa, yapılacak şey o söylemlere karşı başka söylemler çıkarmaktan ibaret olur. Mevcut iktidarı yıkmak yerine iktidar söylemini alaşağı edecek dili kurmak; sınıfların ontolojik kaynağında yatan antagonistik çelişkileri mücadeleye dönüştürmek yerine sınıflar hakkındaki söylemleri etkisizleştirmek; her biri organlaşmış, örgütlenmiş, tarihsel olarak köklenmiş ve güncel olarak işlevlendirilmiş maddi yapılar yerine, bunların bilinçteki yansımalarıyla, bilinçlerdeki algılanışıyla mücadele etmek; o bilinci yaratan toplumsal koşullar, yani maddi gerçeklik abide gibi dikilirken bilincin kendisini mücadele alanı haline getirmek; masası kurulan oyunun kuralları bunlar.

Günümüzde dilin, dilin de değil sözcüklerin birincil mücadele konusu, başat eleştiri faaliyeti, en önemli değerlendirme kriteri haline gelmesinde bu atmosferin payı açık.

Komik ama, Marx’ın 1840’larda Genç Hegelciler için yazdığı hayli eskimiş sözler bu atmosferde pasını atarak yeniden parlayacak neredeyse: “Anlayışları, fikirleri, düşünceleri, kısacası özerklik atfettikleri bilinç ürünlerini insanlığın gerçek zincirleri olarak gördükleri için, yalnızca bilincin bu yanılsamalarına karşı savaşmak durumundalar.” Ve bunu hakkıyla yapabilmek de insanlığın yüzlerce yıllık mücadeleler sonucunda kazandığı hakları, kavramları, tanımları, kuralları, değerleri ve anlamları parça parça etmek, hepsini söküp çöpe fırlatmak, her şeyi kırmakla mümkün olur. Yapılan, yapılmak istenen ve yapılması salık verilen şey budur ve sonucu koskoca bir emek, zaman, güç israfıdır.

Postmodernizmin, çağdaş nihilizmin, Bazarovların tilmizlerinin her şeyi kırmasından sonra geriye kalan şey, şimdi içinde yaşadığımız dehşetli dünyadır.

Gerçek bir şeyleri kırmak, yıkmak görevi ise omuzlarımızda duruyor hala.