Bir başkadır ham meyvenin acısı

Yayınlanmasının üzerinden çok az zaman geçmesine rağmen çok sayıda izleyiciye ulaşmasına ve ışık hızıyla kültür ve sanat dünyasının gündeminde baş sırayı almasına bakarsak, Türkiye’de 2020’nin kültür-sanat fenomeninin Bir Başkadır olduğu söylenebilir. Diziyi beğenenler kadar beğenmeyenler, övenler kadar yerenler, makul bulanlar kadar lanetleyenler de oldu elbette. Ama esas tartışma bir sanat ürünü olarak diziden çok, dizinin iletmeye soyunduğu sosyolojik çözümleme ve siyasal önerme hakkında yürüdü, yürüyor.

Bu ikisini birbirinden ayırmak her zaman ya da son noktaya kadar mümkün olmasa da ortalamanın üstündeki oyunculuklar, hikaye anlatmadaki sakinlik ve kendinden eminlik, hipnotize edici aksiyon sahnelerinden uzak durmak gibi yanların kıymeti inkar edilemez. Bunlar, serinin tümünde eksiksiz ve tutarlı biçimde karşılanmıştır demek istemiyorum; kimi sahneler oyunculuk açısından yavanlaşsa, bazı hikayeler yarıda kalıp unutulsa, işe yaradığı görülen metafor ve imajlara fazlaca abanma yoluna başvurulsa da çukurdan çukura atladığımız bir ekran trendi içerisinde başka türlü anlatım üsluplarının da izleyiciyi yakalayabileceği gösterilmiş sayılmalıdır.

Öte yandan, dizi bundan ibaret değil ya da bundan ibaret kalamıyor. Bunun nedeni de en başta kendi kurgusunun düzenli biçimde dışavurduğu sosyolojik çözümleme ve siyasal önermeler. Herhalde dizinin yaratıcıları da bu denli yoğun biçimde yer verdikleri için “diziyi sosyolojik ve siyasal açılardan ele almayın” demeyeceklerdir.

Bu açıdan bakıldığında, hikaye içinde başvurulan karşıtlıkların (seküler-muhafazakar vb.) çok sınırlı bir güncel deneyime karşılık geldikleri, karakterlerde gözlenen belirgin davranışların da (Meryem-Peri vb.) fazlasıyla daraltılmış bir tipolojiden devşirildiği, üstelik bu karşıtlık ve davranışların tipik veya çoğunluk olup olmadıklarının gayet sorgulanabilir halde olduğu gibi şeyler sayılabilir.

Böyle benzetmeler her zaman sorunludur ama diyesim o ki, Bir Başkadır, 2002 tarihli Orhan Pamuk romanı Kar’ın izinden yürüyen, onun görme ve gösterme üslubunu yeniden üreten; Kar’ın imaları ülkenin üzerinden dozer gibi geçen bir saldırının ardından lime lime olduğu için de ancak onun gecikmiş bir parodisine (zaten parodi, biraz da bu gecikmenin eseridir hep) dönüşmeye mecbur kalan bir hikaye olmuş.

***

Yine de bu yazıda Bir Başkadır’ı incelemek değil niyetim. Onun aracılığıyla akla düşen, akla düşmesi gereken, hem siyasetle uğraşanların hem de kültür ve sanat alanlarında çalışanların düşünmesinde yarar olan bir başka soru ya da sorunu vurgulamak.

Kabaca şöyle bir sorun: Türkiye’de, kültür ve sanat alanlarında çalışan aydın topluluğunun siyasete ilgi duymadığını söylemek olanaksız olsa da yine aynı aydın topluluğunun siyasete dair düşünce ve kabullerinin şaşırtıcı derecede “prematüre” olması.

Kuşkusuz, bu saptamanın dışında kalan örnekler vardır, ancak burada genelleşmiş olandan ve ortalamadan söz ediyorum. Ve şunu da eklemek istiyorum ki, kültür ve sanat alanında çalışanların siyasete dair algıları böyleyken, siyaset alanındakilerin kültür ve sanata dair algıları da hiç iç açıcı durumda değildir. İşin bu yanına başka zaman tartışmak üzere bir kenara bırakıyorum.

“Prematüre” sözcüğünden kastım ise, ülkeyi boydan boya yaran çatışma eksenlerinin salt suni gerilimlermiş gibi ele alınması ve her türlü çelişki ve çatışmanın geride kaldığı bir sürtünmesiz düzleme ulaşmak için insancıl değer ve sözleşmelere aşırı güven duyulması.

Örneğin, birbirimize karşı önyargılarımızdan kurtulmak, herkesin değerli ve biricik olduğunu kabul etmek, kimseyi ötekileştirmemek, içki içenle namaz kılanın aynı mahallenin insanları olduğunu hatırlamak, başı örtülü ile mini eteklinin insanlık paydasında ortak olduğunu kavramak, vb.

Bu insancıl değerlerin önemsiz olduğunu söylemediğim açıktır herhalde. Hem gündelik yaşamımızda hem de ülkenin bütününde söz konusu insancıl değerlerin yaygınlığı ve hakimiyeti huzurlu bir toplumsal ve bireysel yaşam için olmazsa olmaz koşullardır elbette. Öte yandan, içinde yaşadığımız ülkenin sorunu, bu insancıl değerlerin eksikliği veya silikliğinden çok, bunların işe yararlığını sistematik biçimde yok eden bir egemenlik biçiminin iş başında olmasıdır. Bu egemenlik biçimi iş başındayken ve halihazırda saldırı mekanizmaları tıkır tıkır işlemekteyken, andığımız insancıl değerlerin bağlamsız ve soyut etkililiğine güvenmek pek kolaylıkla tercih edilemiyor haliyle.

Çünkü mini etek giydiği için tacize uğrayan; saldırganları tipik bir dünya görüşünün sözcelemesi ile cezasızlıkla ödüllendirilen; evleri muhtarlar ve bekçiler tarafından göz hapsinde tutulan kadınların sorununun önyargılar olduğunu söylemek fazlasıyla iyimserlik oluyor. Eğitimden sağlığa kadar her alanda dinselleşmenin dayatıldığı; selefi terör örgütlerinin resmi olarak desteklenip korunduğu; kafir bulunanların Çorum’dan Maraş’a, Sivas’tan 10 Ekim’de Ankara’ya kadar kitleler halinde kırıma uğratıldığı bir ülkenin derdinin birbirini ötekileştirmemeyi öğrenmek olduğunu ileri sürmek de pek mümkün görünmüyor.

Denebilir ki, tüm bunlar gerçek olmasına gerçektir; ama böyledir diye mini etekliler her başı kapalıyı canavar saymasın ya da içki içenler her namaz kılana kem gözle bakmasın. İyi de bu zaten böyledir, böyle olmuştur; son derece marjinal bir tipolojinin toplum nezdinde hiçbir zaman meşruiyet kazanmamış sofra başı zevzekliklerini koca bir ülkenin yarısına teşmil etmeye ve buradan yapay bir tavsiye çıkarmaya ne gerek olabilir ki? Tam da bu “lüzumsuzluk” nedeniyle, “prematüre” sosyolojik çözümlemeler ve siyasal önermelerin zerk edildiği her türlü eser, dalından koparılmış ham meyve gibi acı bir tat bırakmaktan öteye gidemiyor ne yazık ki.

***

Yukarıda da söylediğim gibi, bunlar özel olarak Bir Başkadır’a yönelik olarak yazılmıyor. Bir Başkadır, etkileyiciliği ile gündeme otururken aynı zamanda hepimizin paylaştığı bir sorunu açık ettiği için vesile oldu diyelim. Zira asıl önemli olan, aniden parlayan ve ilk anda neredeyse kör eden bu ışık zayıfladığında görüş alanımızda nelerin kalacağıdır.

Özetle, neresinden bakılırsa bakılsın, Türkiye’deki yerleşik siyasal alan ve onun aktörleri ile kültür ve sanat alanı ile onun aktörleri arasındaki mesafe bir hayli açılmış durumdadır. Bu mesafelenmenin siyaset alanına yansımaları son derece üzücü ve tehlikelidir; öte yandan, kültür ve sanat alanının bu mesafelenme nedeniyle aldığı yara da küçümsenecek şey değildir.

Türkiye’de kültür ve sanat alanının siyasal sorun ve mücadelelere ilgisinin hiç kopmadığı açık; bu ilginin, son yıllarda belirgin biçimde yükseldiği de gözlemleniyordur herhalde. Öyleyse, bu yükselişi bir fırsata çevirmek, siyaset ve kültür-sanat alanlarının diyaloğunu olabildiğince geliştirmek için gereken adımların atılmasının vakti gelmiş denebilir.

Kimsenin kuşkusu olmasın, bu diyalog her iki kesime de tarifsiz yarar sağlayacaktır.