PKK-Öcalan'ın AKP ile yaptığı görüşmelere binaen Mart 2013'te başlayan “çözüm süreci”nin son üç ayında yaşananlara ve tarafların açıklamalarına bakarak durumu anlamak ve bir değerlendirme yapmak mümkün.
O halde, 19 aylık “son çözüm süreci”nin tamamının özeti yerine de okunabilecek geçtiğimiz üç ayın gelişmelerini, sadeleştirerek sıralayalım:
- 16 Ağustos: Abdullah Öcalan'ın “Bu 30 yıllık savaş büyük bir demokratik müzakereyle sonuçlanma aşamasındadır” mesajı yayınlandı.
Ağustos sonunda da, silah bırakma aşamasına geçilebileceğini ve 1 Eylül'de Öcalan'ın yol haritasını açıklamasıyla birlikte müzakerenin başlatılacağını okuduk. Süreç, “Toplumsal bütünleşme ve çözüm süreci” adıyla hükümet programında yer aldı.
Fakat 22 Eylül'de Murat Karayılan, Kobane saldırısıyla birlikte “sürecin anlamsızlaştığını” hatta “bittiğini” söyledi.
- 30 Eylül: Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç “süreç bitti” şeklindeki konuşmaların kendileri için “geçersiz” olduğunu açıkladı.
Bu sırada, 6-7 Ekim'deki Kobane eylemlerinde 40'tan fazla insan öldü, Öcalan yolladığı bir mesajla eylemlerin bitmesini sağladı ve “hükümet ile yapıcı diyalog kanalları açık tutulmalı” dedi.
- 18 Ekim: HDP heyeti Öcalan için “sekretarya” talep etti. Bir gün sonra Davutoğlu, “kamu düzeni sağlanmadan adım atılmaz” dedi. Erdoğan da aynı gün, Öcalan'ın “başmüzakereci” olma isteğine karşılık, “herhalde kalkıp özel villa tahsis edilecek hal yok” dedi.
Sonuçta “başmüzakereci” talebi hükümet tarafından şimdilik dikkate alınmadı ve Sırrı Süreyya için atışma konusu olarak kaldı.
- 21 Ekim: Öcalan 15 Ekim itibariyle süreçte yeni bir evreye geçildiğini ve hükümetle birlikte hareket edilmesi gerektiğini söyledi.
- 22 Ekim: Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, 6-7 Ekim'deki eylemleri Öcalan'ın tahrik ettiğini söyledi.
- 27 Ekim: Bülent Arınç “çözüm sürecine mecbur ve mahkum değiliz” dedi.
- 30 Ekim: Hükümetin çözüm sürecini askıya aldığı yazıldı, söylendi.
- 3 Kasım: Duran Kalkan (Selahattin Erdem mahlasıyla); “Aslında mevcut gelişmeler malumun ilanından öte bir özellik taşımıyor. Çünkü AKP açısından gerçek anlamda bir 'çözüm süreci' zaten hiç olmadı” yazdı ve rüyadan uyandırdı.
- 5 Kasım: Demirtaş, “süreç İmralı'da başladı bitecekse orada biter” dedi. Ve şimdi Öcalan'ı bekliyoruz.
*****
Bırakın savaş koşullarında barışı sağlamayı, normal koşullarda savaş çıkaracak bir tutarsızlık, muğlaklık ve tuhaflıkla karşı karşıyayız. AKP'nin planları, Öcalan'ın niyeti, Kandil'in uyumsuzluğu, HDP'nin arada kalması vesaire, doğru ya da yanlış, gerçek ya da değil, bu tuhaf tabloyu açıklayan değil yaratan unsurlar.
Kolay mı? Kuşkusuz hayır.
Ancak ciddi bir düşmanlık potansiyeli oluşturmuş, “güven”, “samimiyet” gibi erdemlerin söz konusu olmadığı böyle bir meselenin çözümünü, toplumdan gizleyerek ve başka büyük hesapların da argümanı haline getirerek yürütmeye çalışmanın en muhtemel sonuçlarından biri yukarıdaki tablo olur. Bu sadece meselenin bir yanı.
*****
Peki öte yandan, gerçekten bir çözüm süreci var mıydı? Ya da başka bir ifadeyle, konu ettiğimiz büyük hesaplar, süreci etkileyen dış faktörler, yan gelişmeler nelerdir?
AKP'nin “Kürt sorununun çözümü süreçleri”ni işletmesi, “şu mektepler olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim” şeklinde özetlenebilir. Kürt hareketini gerçek bir muhatap olarak değerlendirmeden, en fazla, uyum sağladığını düşündüğü Öcalan ile iletişim kurarak, kontrolü bırakmadan, taviz vermeden ve tek başına hareket etme gayretinde bir iktidar partisi var.
Halihazırda yaşadığımız bu son çözüm denemesi de, AKP'nin bölgesel hegemonya arayışının bir enstrümanı olarak tasarlandığı için, yakın coğrafyada gerçekleşen ani (beklenmedik) gelişmelerden ve başarısızlıklardan da doğrudan etkilendi.
Ne demek istediğimizi biraz açalım:
Krizin nedenlerini anlatacak iki kırılma noktası belirleyebiliriz. Bunlardan birincisi, AKP'nin Suriye planlarının yenilgiye uğramasıdır. “Vekalet savaşı”nı yürüten şeratçı militanların Suriye ordusu karşısındaki başarısızlığı ve emperyalist devletlerin “muhalif konsolidasyonu” sağlayabilecek hazırlığının olmaması; Suriye savaşında bir dönemin kapandığının göstergesi oldu.
Dolayısıyla, AKP'nin emperyal arayışlarında beliren tıkanma, Kürt barışının koşullarını da önemli ölçüde ortadan kaldırdı ya da yeni koordinatların belirlenmesini dayattı. Sonrası sadece top çevirmedir.
Bu sırada ikinci kırılma yaşandı: Kobane.
Kasabanın dirayeti ve yarattığı uluslararası ilgi, emperyalist devletlerin bölge projeksiyonuna Rojava'nın da bir unsur olarak dahil edilmesinin yolunu açtı. ABD ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin Rojava'yı tanıması, Kürtlerin statü arayışında önemli bir eşiği temsil ediyor. Ayrıca bu durum, artık Türkiye'de Kürt sorunundan bahsederken Rojava'nın da hesaba katılması gerektiği anlamına geliyor.
AKP açısından bu tabloda parlak bir kare yok. Esad'ın Suriye'nin başında kaldığı sürece Ortadoğu'da liderlik şansı olmadığını düşünen AKP, Şam'ın hedef tahtasına konması ve YPG'nin ÖSO, Rojava'nın Barzani denetimi altına girmesinde ısrarcı olduğu için aynı anda hem ABD, hem PKK, hem de PYD ile sürtüşmeye başladı.
Suriye'de sıkışan AKP, Türkiye'de de beklentisi ve ısrarı artan Kürt hareketi karşısında zayıf düşmemek için daha fazla ketumlaştı ve savaşın yeniden başlama olasılığı bir gerçekliğe dönüştü.
Peki savaş çıkar mı? Türkiye'de Kürt barışı gündeme geldiğinde, savaş beklentisiyle geçmeyen gün yok.
Meselenin Türkiye iç siyasetiyle ilgili yanları var. Örneğin AKP'nin 2015 seçimlerine Kürtlerle savaşarak girmek istemeyeceği kabul edilebilir bir iddia.
Ayrıca bu seferki “çözüm süreci” bölgedeki gelişmelerden doğrudan ve daha fazla etkileniyor. AKP'nin ABD'ye rağmen hareket etmesinin sınırları var. Bir vadede Kürtlerle uyum içinde yaşamaya zorlanması kaçınılmaz, bu da savaş olasılığını azaltan bir etmen.
*****
Ancak bunların dışında belirtilmesi ve bu değerlendirmeye eklenmesi gereken önemli bir nokta daha var.
PYD'nin (dolayısıyla PKK'nin) büyük direnişi sonrasında ABD tarafından bir bölge gücü olarak kabul edilmesinin Kürt tarafında yarattığı heyecan ve özgüven, Kürt özgürlükçülüğü açısından bir tehlike ve olası bir hayal kırıklığı anlamına da geliyor.
Kürt hareketinden gelen iki açıklama bu özgüvenin göstergesi oldu. Bunlardan ilki Aysel Tuğluk'un 29 Ekim tarihli yazısında yer alan “AKP kesin bir şekilde partner olmaktan çıkmıştır” cümlesiyle özetlenebilir. Bu cümlenin, sürecin yeni bir partnerle -ki o da ABD oluyor- yürüyebileceği beklentisinden kaynaklandığını düşünmemek için bir neden yok. Bir diğer örnek ise Cemil Bayık'ın ABD'yi gözlemci olarak talep etmesi.
Bu fotoğrafa baktığımızda kısaca söylenebilecek ilk şey; ABD'nin AKP ile, (Kürtleri de bir yerine iliştirdiği) yeni bir uzlaşma zemini sağlama olasılığının, Kürtleri Türkiye'ye tercih etme olasılığından çok daha fazla olduğudur.
Hatırlanması gereken bir diğer deneyim de, ABD kontrolündeki bir çözümün, en az AKP ile olabilecek kadar bağımlılık anlamına geldiğidir. Pentagon'dan izin almadan yerinden ayrılamayan peşmerge güçleri geçtiğimiz günlerde bunun açık göstergesi oldu.
Özetle, Suriyeli bakan Ali Haydar'ın birkaç gün önce söylediği gibi, “Amerika Suriye'nin noel babası değil”... Kürtlerin de olmayacak...