Kim ne kadar güvendi, inandı bilemiyoruz ama “Koronavirüs Türkiye'ye de gelebilir ama asla Çin'deki gibi salgın yapmaz. 10 vak'a, 20 vak'a olabilir. Gelince görürüz” demecinin üzerinden on ay, “Koronavirüsü önlemek için sabah akşam kelle paça için” önerisinin üzerinden ise on bir ay geçti. Geçtiğimiz bahar aylarında Bilim Kurulu üyeleri, bakanlar, yetkililer salgının bitişi ve normal hayata dönüş için çok erken tarihler verdiler, ikinci dalga beklemiyoruz dendi, dişimizi sıkarsak sıfır vakalara varacaktık. Tüm bu açıklamalarının ortak noktası karşımızda bütün etkileriyle kendini gösteren bir olguyu, bırakacağı az etkiyle gelip geçici bir şey gibi sunmaktı. Zaten bitmeye çok yakın ve öyle çok da ciddiye alınmayacak bir durum olduğunu göstermeye çalışmak, bizim anlamadığımız bazı nedenlerle bu salgını teğet geçireceğimiz yönünde bir ağırlık oluşturmaya çalışmaktı.
Aynı dönemlerde Dünya Sağlık Örgütü de dâhil olmak üzere pek çok yetkili kurum ya da isim en basit kitlesel önlemlerden biri olan maske takmanın hastalığı önlemede etkili olmayacağını, maskenin belki zarar verici bile olabileceğini ilan etti. Sonra bu yanlıştan dönüldü ve maske kullanımı olmazsa olmaz bir kural olarak geldi. Başka hastalıklarda kullanılan daha eski ilaçlar denendikçe bunların çözüm olabileceğine dair veriler yayımlandı. Zaman geçtikçe bu ilaçların sanıldığı kadar etkili olmadığı görüldü. Özellikleri ve potansiyeli daha yeni yeni kavranan yeni bir organizma karşısında bunlar bir ölçüde doğal karşılanabilirdi. Aynı sürece belki de dünyada eşi benzeri görülmemiş bir hızda ilerleyen aşı çalışmaları damgasını vuruyordu. Neredeyse tamamı özel şirketlerin himayesinde geliştirilen aşıların etkilerini gün gün takip ediyorduk ama bir başarı söz konusu olsa bile bunun üzerine şirketlerin hisse değerlerinin arttığına ilişkin verilerin gelmesi, zengin ülkelerin çoktan ön siparişleri vermiş olması gibi gölgeler düşüyordu. Şirketler insan hayatını kurtarmanın ötesinde kar hırsı ve rekabeti önde göğüsleme gibi nedenlerle verileri çok sağlıklı değerlendiremiyor ya da paylaşmıyor olabilirdi. Üstelik virüsün bilinçli olarak üretildiği ve aşısının çoktan bulunduğu, bunun da dünyayı yeniden dizayn etmenin bir aracı olduğu söylentileri de yaygındı. Dolayısıyla aşı karşıtlarının tencere çalıp oynayacağı bir zemin belirmişti. Tüm bu bilgi kirliliğinden sıyırılıp bakacağımız yer ülke yönetimindeki yetkili bir kurum olmalıydı ama herkes ülkedeki salgın durumunun ciddiyetinin ve vaka sayılarının asla bakanlığın açıkladığı gibi olmadığını biliyordu. Durumumuzun diğer ülkelere göre iyi olduğu müjdesi ise o ülkelerdeki vaka sayılarıyla bizdeki vaka sayısının karşılaştırılması üzerinden değil oradaki vaka sayısına karşılık burada yalnızca tedavi alan kayıtlı hasta sayısı üzerinden veriliyordu. Aynanın karşısına geçip göbek içeri çekiliyor ve ne kadar da kaslı olunduğuyla övünülüyordu adeta. Üstelik aynı kurumlar bu patlamanın sorumlusunun da artık yılgınlığa düşmüş, maske-mesafeye yeterince dikkat etmeyen insanlar olduğunu ifade ediyordu. Çarkların dönmesi pahasına feragat edilen önlemlerin, her türlü mecradan, belirli bir yaşam biçiminin, bir tüketim kalıbının boca edilmesinin sonucunda AVM’leri açmanın bedeli insanların orada yerde oturup yemek yemesi oldu. Virüslerin bir mesai saatine bağlı olarak enfekte ettiği düşünülmüş olacak ki insanların zaten el ayak çektiği saatlere yasaklar geldi. Fabrikalarda iş yerlerinde pozitif çıkan pek çok insan varken emeğiyle geçinen insanlar, kalabalık otobüslerle, toplu taşıma araçlarıyla vaka kaynağına gidip çalıştılar. Okullarda eğitim bir internet üzerinden oluyor ama sonra en kısa sürede yüz yüze eğitime geçileceğinin bilgisi veriliyordu. Derin Yoksulluk Ağı’nın yaptığı çalışmaya göre çocukların %57’si olanaksızlıklar yüzünden dersleri takip edemiyordu. Aynı çalışmada annelerin çocuklarına mama alamadığı için akşama kadar şekerli su içirdiği bilgisi de vardı.
Son iki haftadır yoğun bakım üniteleri dolup taşıyor, filyasyon ekipleri artık hasta ve ilaç dağıtım takibine yetişemiyor, haritada her yer kızarmaya başlıyor. Aylarca en yetkili ağızlardan panik havası yaratmakla, insanları galeyana getirmekle, toplumda kargaşaya sebebiyet vermekle itham edilen ve salgın politikasının baştan aşağı yanlış olduğunu ısrarla ifade eden kişiler ya da kurumlar haklı çıkarken pandemi aslında bir yandan gelecek belirsizlikleriyle, karmaşayla, sahipsizlik duygusuyla, bir başına bırakılmışlıkla, bireysel var olma çabasıyla, çaresizlikle, yoksullukla, örgütsüzlükle ve adaletsizlikle dolu bir yaşam işleyişinin gözümüzün önünde hızlandırılmış ve kristalize olmuş bir haline dönüştü. Kiristalizasyonda “çarklar dönsün” diye feda edilen yaşamlar, yoksul olduğu için testlere, tedaviye, aşıya ulaşamayacağı itiraf edilen insanlar ve ülkeler, bir anda işsizliğe itilen kitleler, mevcut durumun ne olduğuyla ilgili doğru bilginin sunulmayacağı kadar değersizleştirilen insanlar var. Bir yanıyla ürkütücü görünen bu tablo öte yandan güvensizlik salgınına karşı aşının, dayanışma antikorlarının kaynağının nerede aranması gerektiğine de ışık tutuyor.