Adorno’nun Horkheimer’e yazdığı bir mektupta geçiyormuş şu satırlar: “Neredeyse, bir makalenin, bir düşünceden ziyade bir jesti temsil ettiğini söyleyebiliriz. Tıpkı, ıssız bir adada terkedilmiş vaziyette, seslenilemeyecek kadar uzaklaşmış olan gemiye çaresizce mendil sallar gibi. Bizim işlerimiz de giderek böyle kavramlardan müteşekkil jestler olmak zorunda kalacak”.
Bu satırlarda ifade edilen durumun, sadece siyasette değil, toplumsal yaşamda da derin karşılıkları olduğu açık. Ancak bizim açımızdan önemli olan, siyasetin, özellikle de sosyalist siyasetin giderek bir tür jeste dönüşmesi.
Jeste dönüşmekten kastımız ise, gerçek siyasal etkiler yaratamayan, gerçek bir varoluş biçimi kazanamayan, gerçeklikle nesnel bir ilişkilenme tarzı tutturamayan sosyalist siyasetin, daha fazla kavramlara, ilkelere, geleneklere abanması, kendisini ancak bir “öznellik” olarak var edebilmesidir.
Durum bu olunca, sosyalist siyaset ya da devrimci pratik, tıpkı bizden uzaklaşan bir geminin ardından mendil sallamak gibi etkisiz, mesafeli ve kendinden menkul bir jeste dönüşüyor işte.
Elbette, sosyalizmin bir jeste dönüşmesi durup dururken oluşmuyor. Her sürecin olduğu gibi, bunun da nesnel ve öznel bir kökeni, sürece yataklık eden bir zemini var.
Bu zemin, en başta, siyasetin pratikten sıyrılmasıyla tanımlanmalıdır. Sosyalist hareket, Türkiye’de 12 Eylül’ün ardından ağır bir baskı ve kuşatma altında yaşamak zorunda kalmıştır. Bu koşullarda kitle bağları tümüyle kopma noktasına gelmiş olan sosyalist hareket, doğal olarak etkili ve sonuç alıcı pratikler sergileme fırsatını da pek yakalayamamıştır. Ancak bu kısıtlılıkların varlığı bir şeydir, bu dönemin oluşturduğu yatkınlıkları ilanihaye sürdürmek başka bir şey.
Sosyalist hareketin sorunu ikincisidir; yani bir dönem nesnel koşulların dayattığı pratiksiz siyaset tarzına mahkum olup sonraki dönemlerde de aynı tarzı yeniden üretmesidir.
Burada eksik olduğunu söylediğimiz pratik, uzun yıllardır yapageldiğimiz türden faaliyetler değildir. Örneğin, bir basın açıklaması yapmak ya da afiş-bildiri dağıtımı türünden etkinlikler gerçekleştirmek, siyaset pratiği sayılmamalıdır. Pratik, öznenin, kendisini kuşatan nesnelliğe dolaysız biçimde müdahale ettiği, bu anlamda hem öznede hem de nesnede gerçek, somut ve ileriye çeken değişiklikler yaratan, sadece öznel değil, nesnel olarak da tanımlanabilen bir eylemlilik tarzıdır.
Türkiye’de sosyalist hareketin kaybettiği damar budur ve bunun yerine konulan tarz, yalnızca iç dünyaları rahatlatıp ferahlatan bir dışavurumculuktur.
Bu boşluk, elbette, bir biçimde doldurulmuştur. Tıpkı bir uzvunu kaybetmiş insanın, diğer uzuvlarının daha da yetkinleşmesi gibi, pratikten kopan sosyalist hareket de eksiği başka yollarla kapatmıştır. Pratikten sıyrıldıkça, sosyalist siyasetin merkezine “söylem” oturmuştur. Sosyalizmin kendisi de sosyalizm için yürütülen mücadele de giderek bir söze, bir sözel üsluba, bir sözün edebi imkanlarına indirgenmiştir.
“En doğruyu söylemek”, “susturulamamak”, “sesini duyurmak”, “halka seslenmek” gibi hep konuşmakla ve sözle ilgili fiillerin gündelik dilimizdeki baskınlığı, bu sözelleşmenin sonuçlarıdır. Sonuçta, hiçbir somut değişiklik yaratamayan, hiçbir gerçek seçeneği işaret etmeyen, hiçbir güncel hareket üretemeyen, sadece kimi jestlerle kendini görünür kılan bir tarz hakim hale gelmiştir.
Pratikten sıyrılan ve bir tür sözel performansa dönüşen siyaset, kaçınılmaz olarak, kendisini pratikten en uzak alana yerleştirmek zorunda kalır. Burada karşımıza çıkan ise, siyasetin ahlakileşmesi ve ilkelere daraltılmasıdır.
Oysa sosyalist siyasetin ahlakı ve ilkeleri vardır, bunların varlığı sorun değil, sosyalizm mücadelesinin başarısının koşullarıdır. O halde sorun nedir?
Sorun, ahlakın bir ahlakçılığa, ilkeselliğin eylemsizliğe dönüştürülmesidir.
Ahlakın ve ilkelerin, gerçek bir pratiği güvenceye alacak “emniyet şeridi” olarak değil, her tür pratiği baştan gereksizleştirecek bir el freni olarak işlevlendirilmesidir.
Ahlaka ve ilkelere başvurmanın, “ne yapmalı” sorusuna değil, “ne yapmamalı” sorusuna yanıt vermek için akıl edilmesidir.
Yani ahlak ve ilkeselliğin, istismar edilerek, pasifizmin kılıfı haline getirilmesidir.
Bütün bunların sonucu olarak, sosyalist siyaset, sadece teşhirle ve söylemle, hatta söylenmekle yetinen; hedeflerine ulaşmak yerine kendisi üzerinden edineceği tatmini arzulayan; “dönüştürme” kapasitesinin muazzam ölçüde daralmasını dert etmeyip boşluğu daha fazla konuşmakla ikame eden bir tarza mahkum olmuştur.
Sosyalist siyaset, Marx’ın 11. Tezi’ni sabah akşam terennüm etmesine rağmen, siyasetle ilişkisini sadece kendini ayrıştırmak, varlığını yalıtarak arındırmak, farklılıklarını belirginleştirmek üzerinden kurmaktadır artık.
Yani “dışında durmak”, “parçası olmamak”, “oyuna gelmemek”, “büyük resmi görmek”, “kendi işine bakmak”, “tuzağa düşmemek” gibi mottolar sayesinde öznelik kapasitesini tümüyle yok ederken, öznel kabuğunu daha da güçlendirmektedir.
Kendisinin asla dönüşmemesi için, dönüştürücülük misyonunu; düşüncelerinin arılığına zeval gelmemesi için devrimci pratiğini feda etmektedir.
Kendine güvenini ancak aşina olduğu sığınak içinde koruyabildiğinden, hareketi ve ilerlemeyi değil, durmayı tercih etmektedir.
“Duruş” sözcüğünün, yani esasında hareketsizliği ve etkisizliği, ilerlemek yerine durmayı çağrıştıran bir sözcüğün, sosyalist jargonda bu kadar yaygın olmasının nedeni de bu tarzın baskınlığıdır.
İşte bu koşullarda sosyalist siyaset, giderek bir jeste dönüşmektedir. Çünkü jest, tanım gereği, özde bir değişiklik yaratmadığı ölçüde biçimseldir; yöneldiği toplulukla gerçek bir ilişki kuramadığı ölçüde dışsaldır; sürekli aynı üslubun tekrarlanmasından ibaret olduğu ölçüde durağandır.
Tıpkı ıssız bir adada terk edilen birinin uzaklaşmakta olan gemiye mendil sallaması gibidir. O mendil ve mendili sallayan el ne kadar pirüpak olursa olsun, gemi uzaklaşmaktadır ve mendilin sallanması geminin gidişine en ufak bir etkide bulunmamaktadır.
Geminin dümenine hakim olamayan siyaset, bir jestten öte değer taşımamaktadır.