Siyasal gelişmelerin hızlandığı dönemler etkilerini entelektüel alanda da hızlıca gösterir. Bunun en yaygın görüntüsü sol içinde yürüyen tartışmaların artışıdır. İşin bu kısmı doğal sayılmalı; memlekette siyaset ve toplum düzleminde onca gelişme yaşanıyorken, bu duruma en etkili biçimde müdahale etmenin yollarını arayan sol, her zamankinden daha istekli ve cüretli tartışacaktır kuşkusuz.
Haziran Direnişi’nin ise bu türden tartışmaların hızını ve yoğunluğunu artıran en güçlü neden olduğunu söylemekte sakınca yok. Haziran Direnişi’nin ardından solun neredeyse bütün kesimleri “hazırlıksız” yakalandıklarını belirtmekten de gocunmamışlardı. Zaten tartışma da buna dair değil, bundan sonra neler yapılması gerektiğine ilişkin olabilirdi.
Yani soru olabildiğince yalınlaşmıştı: Haziran Direnişi’ne bir kez hazırlıksız yakalanmış olabilirdik; peki bir kez daha hazırlıksız yakalanmamak için “ne yapmalı”ydı?
Solda son iki yılda yürüyen tartışmaların öyle ya da böyle bu soruya yanıt arayışı çerçevesinde değerlendirilmesi mümkün. Katılırsınız katılmazsınız, ama çok çeşitli çevrelerden gelen mücadele önerileri de bulunmakta. Tartışma ise sürüyor ve hangi yolun doğru olduğunu, son tahlilde, gerçek hayatın somut süreçleri gösterecek.
Ancak bu tabloda bambaşka bir pozisyon alan dostlarımız da oldu elbette. Onlar bu soruya yanıt aramak yerine, soruyu görmezden gelmeyi tercih ettiler. Daha açık bir ifadeyle söylersek, Haziran benzeri bir hareketlilik bir kez daha yaşandığında hazırlıksız yakalanmamak için ne yapılması gerektiği sorusu, dolaysız biçimde, böylesi bir hareketliliğin yaşanması ihtimali hesaba katılarak soruluyordu. Bu ihtimali tanımayanların, böylesi bir ihtimali görmeyenlerin, oturup yanıt araması da beklenmemeliydi zaten.
Şimdilerde sosyalist harekette Haziran benzeri süreçlerin, geniş ölçekli halk hareketliliklerinin, AKP karşıtı güçlü muhalefet dinamiklerinin ortaya çıkmayacağını söyleyen kalmadı. Hatta vaktinde bu ihtimal yüzünden başkalarını goygoculukla, maceraperestlikle, akılsızlıkla itham edenler, boy boy Haziran güzellemeleri, Haziran beklentileri, Haziran reçeteleri yazmaya koyuldular. O “göreli istikrar dönemi” ya da “AKP hegemonyasının yeniden tesisi” tezlerinden eser kalmadı. Dedik ya, gerçek hayatın somut süreçleri gösteriyor, gösterecek.
Çünkü tarih, belki de en dayatmacı bilgi türüdür. Gözlemlenen ve bilince çıkarılan verileriyle, tarihin karşısında durabilecek hiçbir irade ya da akıl yoktur.
Ve tarih, bir süredir yeni bir dönemin işaretlerini sergilemektedir.
Sevgili hocamız Taner Timur da son kitabında buna değiniyor. Taner hocamızın gösterdiği kronolojiye göre, Fransız Devrimi’nden bu yana tarihin her 40-50 yıllık dönemi bir devrimci kabarışa açılıyor: 1789, 1848, 1871, 1917, 1968...
Ve şimdi, 2010’ların dünyasında, yine 40-50 yıllık bir gerileme ve gericilik döneminin sonunda yeni bir kabarışın işaretlerini, ipuçlarını, kıvılcımlarını görüyoruz.
Bu kıvılcımların nedenleri arasında, kuşkusuz, kapitalizmin dünya ölçeğinde yaşadığı ideolojik kriz başlarda geliyor. Sovyetler’in çözülüşünün ertesinde ideolojik egemenliğini, hem de sonsuza kadar olmak üzere ilan eden kapitalizm, çok değil 20 yıl içinde havlu atma noktasına gelmiştir. Bugün ne bir zamanların küreselleşme gürültüsünün ne de sivil toplum esrikliğinin esamesi okunuyor. Kapitalizmin halklara sunabileceği ve belirgin bir konsensüsle buluşturabileceği bir ideolojik çerçeve üretilemiyor. Yoksulluk, işsizlik, şiddet, ırkçılık, çevre sorunları, yozlaşma gibi sorunlar karşısında ilaç niyetine de olsa bir liberal çözüm perspektifi görülmüyor. Kapitalizm, çeşitli ölçek ve gündemlerde takip edebildiğimiz kitlesel ve küresel tepkileri kifayetsiz müdahalelerle ertelemeye çalışıyor sadece.
Bu tablo içinde Türkiye’nin ayrıksı bir yer alması beklenmemeli elbette. Bir süre sorunsuz işlemiş gibi görünen ve AKP’nin yeni rejimi ile tamamlandığı düşünülen neoliberal dönüşüm ve toplumsal gericileşme, daha ilk adımlarında derin bir krizin içine yuvarlanmış durumdadır. Geniş halk kesimleri nezdinde AKP hegemonyası ağır bir tahribatla karşı karşıya olmakla kalmıyor, bundan sonrası için fiziksel şiddet ve baskı dışında bir çare de bulunamıyor. Sonuç itibariyle, AKP rejimi henüz kuruluş aşamasındayken ideolojik meşruiyetini ve hegemonyasını kaybetmek tehlikesiyle yüzleşiyor.
Buraya kadarı, yukarıda değindiğimiz gibi, tarihin gösterdikleri. Evet, tarih kendisini dayatır, ama bundan ötesini tarihten beklemenin de anlamı yoktur. Yani tarih görülmeyenleri gösterir, duyulmayanları duyurur, anlaşılmayanları anlatır; ama geri kalanını, yani mücadele etmeyi ve gidişatı değiştirmeyi kendisi üstlenmez.
Bu yüzden, “bir daha hazırlıksız yakalanmamak için ne yapmalı” sorusu, gençlik heyecanından ya da macera arayışından değil, tarihin kudretine ve sınırlarına dair bu kavrayıştan gelir. “Ne yapmalı” sorusu, iradenin ve bilincin her an, her uğrakta, her yeni durumda kendisini var etme çabasının işaretidir. Tarihin akışı ve gidişatı daima değişip dönüştüğü için, “ne yapmalı” sorusuna verilen yanıt da sürekli güncellenmek zorundadır. Kısacası, “ne yapmalı” sorusuna geçmişte bir vakit bir kere yanıt vermek yetmez, o yanıtı her somut durumda yeniden ve yeniden üretmek gereklidir.
“Ne yapmalı”, yine ve bir kez daha gündemdedir yani.
Şimdi, sosyalistler ve devrimciler “ne yapmalı” sorusuna verdiğimiz 100 yıllık kararlı yanıtı, ezberlerin ve şablonların ötesine taşımak, bugünün dünyasında ve Türkiyesi’nde gerçekliğe dönüştürmek için arayış içindedir.
Arayışın başarıya ulaşıp ulaşmayacağını ise, elbette, yine tarih gösterecek.
Ve tarih, zor olanı arama cesaretini gösterenlerin hakkını, mutlaka, verecek.