Son bir haftada tanık olduklarımız, AKP rejiminin gerici saldırılarını son derece yoğunlaştırdığını gösteriyor. Kadınlara yönelik eşitsiz ve ayrımcı söylemin devletin en üst makamlarından idari birimlere kadar rahatlıkla dile getiriliyor olması, eğitimde islamileşmesine dönük çabaların resmileşmesi, Kaç-Ak Saray örneğinde görülen talanın savunulmasında giderek arsızlaşılması gibi örnekler, sözünü ettiğimiz saldırının en açık görünümleri.
Bu evrede sorulması gereken soru ise, AKP rejiminin gerici ve piyasacı saldırıya neden hız verdiği. Bu sorunun yanıtlarından biri, AKP iktidarının doğasını işaret ediyor elbette. Ancak ortadaki tablo, gerici ve faşist bir iktidarın toplumsal yaşamdaki etkisini artırmaya yönelik pratiklerinin doğrusal gelişiminden ötesini, gerici saldırganlıkta niceliksel değil, niteliksel bir sıçramayı da ima ediyor.
Diğer bir deyişle, AKP rejimi, son rauntlara yaklaştığını ve giderek yorulduğunu hissettiği maçta galibiyeti puanla değil, nakavtla kazanmaya; bunun için de rakibini fazla beklemeden yorup pes ettirmeye çalışıyor.
Son günlerde iktidar baskısının ve saldırılarının yoğunlaşmasının ardında böylesi bir stratejinin var olduğunu söyleyebiliriz.
Genel kanı, baskının olduğu yerde direnişin de olacağı yönündedir. Yanlış değildir elbette, ancak tersinden ifade edildiğinde de doğrudur ve bizim içinde bulunduğumuz koşulları açıklamak açısından daha elverişlidir. Yani direnişin olduğu yerde de baskı vardır, var olmak zorundadır.
Direniş, her zaman ve mutlaka, açık bir karşı çıkış anlamına gelmez. İktidarın, dayattığı yönün tam tersi yöne doğru bir irade geliştirmek, güçlü bir direniş biçimidir, ancak tek biçimin bu olduğu söylenemez. Zaman zaman tam tersini yapmamak da, yaparmış gibi görünmek de veya hiçbir şey yapmamak da iktidarın dayatmalarına karşı bir direniş anlamına gelebilir. Siyasal mücadele açısından yeterli ya da anlamlı olmayabilir, ancak bir iktidarın ideolojik hegemonyası ve meşruiyeti açısından dikkate alınması gerekir.
Çünkü ideolojik hegemonyanın esası, susturmak ya da hareketsiz kılmaktan ziyade, belirli bir içerikte ve tarzda konuşturmak ve harekete geçirmektir. Geniş kitlelerin tümüyle hareketsiz kılındığı bir siyasal ve toplumsal hegemonya kendisini yeniden üretemez. Dolayısıyla, iktidar kaynaklı bir ideolojik hegemonya, toplumsal yaşamın egemen pratiklerini kendi içeriği ve tarzı doğrultusunda güçlendirmeye uğraşır, toplumdan belirli bir içerikte ve tarzda, özgün pratikler bekler. Bu anlamda, ideolojik hegemonya kitlelerin edilgenleşmesine değil, aksine etkinleşmesine, iktidarın siyasal yörüngesinde harekete geçmesine dayanır.
Bugün AKP rejiminin karşı karşıya olduğunu iddia ettiğimiz yönetememe krizinin ideolojik kaynakları burada aranmalıdır. AKP, toplumun geniş bir kesimini, idari olarak yönetemediği için değil, ideolojik olarak arzuladığı içerikte ve tarzda hareketlendiremediği için yönetememektedir.
Türkiye halkının son derece geniş bir kesimi AKP rejiminin niteliği hakkında az çok fikir edinmiştir ve bu fikrin değişmesi öyle kolayca mümkün değildir. Dahası, bu kesimlerin, AKP’nin arzuladığı içerikte ve tarzda toplumsal pratikler sergilemesi, bir başka ifadeyle AKP rejiminin hegemonyasını içselleştirmesi hayalden de öte bir beklentidir. Bu anlamda, AKP rejimi, kamu idaresinin anlamında değil, meşruiyet çizgisi bağlamında yönetememekte; deyim uygunsa, kalplere ve akıllara nüfuz edememektedir.
Bu türden bir kriz karşısında devreye sokulacak, hatta varlığıyla daha en baştan böylesi bir krizi önleyecek ideolojik kapasiteye sahip olamaması, AKP’nin çırpınışlarını daha da görünür hale getirmektedir. Çünkü islamcılık, her şeyden önce, Türkiye ölçeğindeki ve gelişkinlik düzeyindeki bir toplumu bütün olarak kapsayacak derinliğe ve zenginliğe sahip değildir. Son derece eklektik bir kurguya ve iç mimariye sahip olan islamcılık, kendisini sürekli negatif önermelerle yeniden üretmek zorunda kalmaktadır. Topluma pozitif bir içerikle seslenemeyen böylesi bir ideolojik hegemonya, yıkıcılık işlevinin yerine getirirken olmasa da, kuruculuk misyonu söz konusu olduğunda çarpıcı biçimde yetersiz ve sığ kalmaktadır.
Ayrıca, islamcı ideolojinin burjuva egemenliği ve sermaye düzeni ile olan bağı, kapitalizmin siyasal iktidarlardan giderek daha fazla beklenti içine girdiği bu dönemde, kolayca gizlenemeyecek ölçüde belirginleşmiştir. İslamcılık, sığlığı ve eklektik niteliği gereği, araçsallaşmaya en müsait ideolojik söylem tarzı olduğu ölçüde, hırsızlık, yalan, baskı, talan gibi iktidar pratiklerinin üzerine örtemeye yetmeyecek biçimde şeffaflaşmıştır.
İşte AKP’nin ideolojik krizinin temel unsurlarını öncelikle bu başlıklar oluşturmaktadır. Türkiye’de AKP rejimi ve genel olarak islamcılık bir tükenişe doğru seyretmektedir. Yani bir rejimin inşasına girişen AKP, daha ilk adımda tükenişle karşılaşmıştır.
AKP Türkiyesi bir “mort fetus”, bir ölü doğum vakası olarak sahneye çıkmıştır.
Bu ceset kaldırılmadıkça bir yandan kokuşmaya bir yanda da zehirlemeye devam edecektir.