Geçen haftaki yazıyı bitirirken, halkçılık konusuna yeniden döneceğimizi söylemiştik.
O halde devam edelim.
Konunun gündeme gelmesinin farklı farklı gerekçeleri bulunabilir. Bizim için ise konu, Türkiye’nin geçmekte olduğu kritik uğrakta Saray Rejimi karşısında militan ve devrimci bir mücadele cephesinin inşası açısından önem kazanıyor. Halkçılık tartışması vesilesiyle aranan şey, esasında böylesi bir cephenin inşasının hangi zemin üzerinde mümkün olabileceğine dair bir yanıt. Bu yanıtın halihazırda var olduğunu, hatta böylesi bir cepheye ihtiyaç olmadığını düşünenlerin varlığı ise önemsiz bir ayrıntı sadece.
***
Bilindiği gibi, marksizmin ayırt edici yanlarından birisi, kapitalist toplumu sınıf mücadeleleri çerçevesinde tanımlamaktır. Bu, basitçe, toplumun içinde birbirinden farklı çıkarlara sahip sınıfların yer aldığını ve bu sınıflar arasında süreklileşmiş bir mücadelenin sürdüğünü söylemek değildir. Bu, aynı zamanda, kapitalist toplumun sadece sınıf perspektifiyle bakıldığında anlaşılabileceğini ifade etmektir. Teorinin bu yanı, son derece güçlü bir yöntemsel vurgu içerir ve marksizmin bilimselliği, bu arada sınıf mücadeleleri ilkesinin de evrenselliği açısından aşılması çok zor bir çıta oluşturur.
Öte yandan, marksizmle az çok tanışıklığı olan herkesin farkında olduğu gibi, elimizde sadece bir teori ya da bilim/bilimsel yöntem yoktur. Marksizm, en az teorik ve bilimsel yüzü kadar siyasal ve pratik yönü de olan bir sistemdir. Bu ise, aynı zamanda, kapitalist toplumun sadece sınıf mücadeleleri yoluyla aşılabileceğini ifade etmektir. Dolayısıyla, marksist sistem açısından siyasal eylem (pratik) tercih konusu değil, zorunlu bir sonuç, bir tür kategorik buyruktur.
İşte tam da bu noktada, pratiğin düzeyleri/alanları arasındaki farklılıklar gündeme gelmektedir. Diğer bir deyişle, marksizm, teorik düzeyde ulaştığı sonuçların, siyaset düzeyinde nasıl ve hangi biçimlerde hayata geçirileceği konusunda (hiç demeyelim ama) ayrıntılı bir çerçeveye sahip değildir. Bu, bir eksiklik ya da hata değildir. Başta Marx’ın kendisi olmak üzere, önde gelen marksistlerin tümü böylesi reçetelere karşı sayfalarca uyarı kaleme almıştır. Zira, yukarıda da değindiğimiz üzere, teori ile siyaset arasında bir boşluk vardır ve bu boşluk tarihsellik tarafından (sürekli güncellenerek elbette) doldurulmak zorundadır.
Bu yüzdendir ki, marksistler kapitalist üretim tarzını soyutlama yoluyla çözümlerken, toplumun iki büyük sınıftan oluştuğunu söyleyip dururlar. Yine aynı marksistler, toplumsal yapıya karakteristiğini veren çelişkinin emek ile sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişki olduğunu ifade ederler. Ancak hiçbir marksistin, somut bir toplumsal formasyonun tek bir emekçi tipi ile tek bir sermayedar grubu arasında bölünmüş olduğunu, siyasal mücadelelerin artı-değer ve sömürüden başka başlığı bulunmadığını söylediği duyulmamıştır.
Denecektir ki, “peki, son tahlilde tüm toplumsal gruplar, tüm siyasal mücadeleler emek-sermaye çelişkisine bağlanmaz mı?” Elbette bağlanır ve bağlanmalıdır da. Ancak bu sorudaki yanıt “son tahlilde” sözlerinde gizlidir. Zira o “son tahlil” az önce işaret ettiğimiz soyutlamanın alanına aittir ve tartışma tam da o soyutlama düzleminden somut toplumsal formasyon düzlemine, yani teoriden siyasal pratiğe geçişe ilişkindir. Bir düzlemin sorununu, onu kapsayan bir başka düzleme atlayarak çözdüğünü düşünmek, olsa olsa laf cambazlığıdır.
O halde, halkçılık kavramına biraz daha yakından bakarken, marksist teori ile siyaset arasındaki bu özgül ilişkiyi bir kenara not etmekte fayda vardır.
***
Biraz daha ilerleyelim.
Marksist teorinin ve yöntemin son derece detaylı ve ince işlenmiş bir bütünlüğe sahip olduğu açık. Dahası, marksizm bir katı ezber sistemi değil de, sürekli yeniden üretilen bir siyasal mücadele kılavuzu olduğu için detayların ve işlemelerin yeri ve vurgusu da sık sık farklılık gösterip zenginleşebilmekte. Bu haliyle, marksizmin kitlesel bir hareketin, bu bir saf sınıf hareketi de olsa, yaygın biçimde benimsenmiş, içselleştirilmiş, künhüne erilmiş “bilinci” olması imkansızdır.
Kitlelerin, geniş yığınların, emekçi kesimlerin bir ülkü ve hedef olarak benimseyip paylaşacakları, bu niteliğiyle marksizm olmaktan çok, bir ideolojik ve siyasal program olarak, bir toplum ve yaşam biçimi olarak sosyalizmdir. Bu nedenle, Marx, o meşhur cümlesinde yığınların teoriyi anlamasından değil, teorinin yığınları kavramasından söz etmiştir. Yani teori, yığınlara uzanacak, ulaşacak ve onlarla birlikte devinerek gelişecektir.
Bu noktaya geldiğimizde ise iki sonuç ardı arkasına sökün eder. Birincisi, teori yığınları kavradığı andan itibaren, yine aynı “teori” olarak kalamaz; kaçınılmaz olarak yeni verilerle zenginleşir, sentezlenir, böylelikle gelişimini sürdürür. Bulaşma değilse de buluşma, karışma değilse de kapsama.
İkinci sonuç ise daha önemli: Teori, yığınlara, hiçbir aracı ya da dolayım olmadan uzanamaz; yığınlara uzanan teorinin mutlaka bir aktarma halkasına, kendisini özgürleştirecek bir kanala ihtiyacı vardır. Bütün bu süreçler bir “tabula rasa” üzerinde gerçekleşmeyecekse eğer, o zaman teori ile yığınların buluşmasının kanalı somut bir ülkedeki somut bir dönemin somut siyasal mücadele başlıkları olmak durumundadır.
***
Gelelim konumuza.
Halkçılık, sözünü ettiğimiz kanal mıdır?
Tam olarak bunu kast etmiyoruz. Bu bahiste söz konusu edilebilecek ve gerçekten siyasal mücadelenin öncelikli gündemleri olarak değerlendirilmesi gereken birçok kanal vardır. En başta sömürü, yoksulluk, güvencesizlik, piyasacılık, gericilik, yağma ve talan, şiddet, baskı, sansür, faşizm ve daha birçok konu. Bütün bunlar, teorinin yığınlara uzanmasına hizmet edecek kanallardır ve siyasal mücadelenin öncelikli gündemleridir. Halkçılık olarak kodladığımız (ve esasında biraz da aradığımız) şey ise, bütün bunları buluşturup bütünleştirecek, ülkenin dağınık ve parçalı muhalefet güçlerini bir araya getirecek, ona renk ve karakter verecek, tutarlılık ve kararlılık kazandıracak bir etere benzemektedir.
Benjamin Arditi’nin söylediği gibi, halkçılık, bütünlüklü bir teorik çerçeve, katı bir ideolojik sistem ya da toplumsalın bir örgütlenme ilkesi olarak değil, siyasal ve toplumsal mücadelenin belirgin bir “vurgusu”, bir tür siyasal kültür olarak işlevlidir.
İşte halkçılık, halkçı bir üslup ve yaklaşım, Türkiye’nin giderek karmaşıklaşan ve (zaman zaman) birbirinden uzaklaşan sorunlarının buluşturulabileceği siyasal programın zemini olarak değerlendirilmeyi beklemektedir.
Halkçılık, sosyalizm düşüncesinin ve mücadelesinin etkileşime girebileceği en yakın halka, onun yığınlarla kucaklaşabileceği en geniş zemindir.
Ve Türkiye’de 20. yüzyılın başından bu yana varlığını koruyan bir “halkçı damar” vardır. Bu damar, sosyalizmin temizlemesi gereken bir pürüz veya çapak değil, onun kapsaması ve devrimcileştirmesi gereken bir “politika-altı” bilinçtir.