Türkiye solunda kimi tartışmaların hazin bir kaderi var. Çoğu zaman tartışmanın konusuna odaklanmak yerine, başkalarının ne deyip yazdığına bakmak, hele bir de bu başkaları “sevilmeyen” odaklarsa hızla o konudan uzaklaşmak tercih ediliyor. Sonuçta, tarihimizin önemlice bir kısmında iki eğilim şekillenmiş oldu: Birincisi, yıllar boyu aynı ezberi ve tiradı tekrar edip durmak; ikincisi ise işe yarar olmak yerine orijinal/biricik olması için tasarlanmış fikirleri serpiştirmek.
Örneğin, siz “özgürlük” dersiniz, hemen başka kimlerin (bunlar genellikle liberaller olur tabi) “özgürlük” dediğinin listesi burnunuza dayanır. Siz “adalet” talebinden söz edersiniz, hemen “adalet” sözünün etimolojisinden fenomenolojisine uzanan bir soruşturma üzerinize yığılır.
Söylenenler tabi ki doğrudur, sizin kast ettiğiniz “özgürlük” ile birilerinin elinde kirletilmiş “özgürlük” aynı şey değildir; “adalet” sadece hukuki değil, toplumsal bir hesaplaşmanın sonucu olabilir. Bunlara itiraz edecek halimiz yok.Öte yandan, siyasal mücadele aynı zamanda kavramlar/terimler, yani genel olarak dil hakkında da bir mücadeledir. Dil’i ele geçiremeyen, kavramları/terimleri anlamlandıramayan bir mücadelenin kitleselleşmesi pek mümkün değildir.
Burada kritik olan, ele geçirilecek olan dil’in de bir nesnelliği, bir yapısı, bir zorunluluklar sistemi olduğunun farkında olmaktır. Daha açık bir deyişle, siyasal mücadele belirli kavramların/terimlerin ele geçirilmesini de içerir elbette, ama hangi kavramların, ne zaman ve nasıl ele geçirilebileceği konusunda fazla bir serbesti söz konusu değildir. Maddi bir zemin üzerindeki maddi bir pratik olan siyaset, gelişimi ve devinimi sırasında belirli alanları/uzamları (sola) açar veya kapatır. Siyasetin bir topografyası vardır yani; siyasal mücadelenin başlık ve görevleri de bu topografyanın gerçekleri ile “ütopya”nın gerektirdikleri arasındaki açının doldurulmasına yönelik olarak belirlenir.
O halde, dil de dahil olmak üzere, siyasal mücadelenin başlık ve görevlerini belirleyen şey, kimin ne dediği, ne zaman dediği, neden dediği değil, verili konjonktürdeki topografyanın imkanları ile nihai hedefin şartları arasındaki örtüşmedir.
***
Fuzuli’ye atfedilen bir deyiş daha açıklayıcı olabilir: “Söylenmiş bir sözün evvelce söylendi diye, söylenmemiş bir sözün de evvelce söylenmedi diye söylenememesi”.
Ülkesi tarihinin en sancılı ve sarsıntılı uğrağından geçerken, solun, hadi tümüyle dilsizlik demeyelim de, sessizliğinin, kekemeliğinin, lal olmuşluğunun daha güzel bir anlatımı olamaz sanki.
Bir şey söylemeye yeltendiğinizde “bunu daha önce bilmemkimler de söylemişti” ile “bu bizim geleneğimizde hiç söylenmemişti” arasında gidip gelen bir suskunluk sarkacı.
Bu kadar uzun bir girizgah, “halkçılık” kavramına erişmek içindi. Kavram hakkındaki tartışma daha önemsiz olduğu için değil, ama kavramı tartışabilmek için dahi açık bir tutuma ihtiyaç olduğu için uzadı girizgah da.
Sadece bizim ülkemizin tarihi açısından baktığımızda, “halkçılık” kavramının kemalist resmi tarih söyleminin önde gelen bileşenlerinden biri olduğunu görüyoruz. Hedeflenen ise, toplumun farklı sınıflardan oluşan ve bu sınıfların uzlaşmaz çıkarlarıyla bölünmüş yapısını gözlerden gizlemek, yoksul ile varsılı “halk” kavramında eriterek “imtiyazsız, kaynaşmış, sınıfsız” bir toplum söylemini benimsetmekti. Bu teze, en başta zamanın komünistleri ve devrimcileri karşı çıktı. Toplumun “halk” kavramı içinde eritilmesine karşı koymak için “sınıf” kavramını sivriltti, yükseltti. Yanlış anlaşılmasın, “sınıf” kavramının “halk” kavramına karşı kullanılmak için “icat” edildiğini iddia etmiyoruz. “Sınıf” marksist teori ve siyaset açısından zaten merkezi ve bilimsel bir kavram olarak ait olduğu yerde duruyordu, durmaya da devam ediyor. Ancak “halk” kavramına konulan mesafede (hatta antipatide); dönemin sıcak karşıtlıklarının ve mücadelelerinin payı olduğu inkar edilemez.
Az önce aktardığımız deyişe dönersek; “halk” ve “halkçılık” gibi kavramlar hem daha önce (kemalistler tarafından) söylenmiş olduğu için, hem de daha önce (marksistler tarafından) söylenmemiş olduğu için günümüzdeki siyasal mücadele başlıklarının ve görevlerinin tayininde (propagandif kullanımları dışında) koca bir suskunluk konusu olmayı sürdürüyor.
Oysa, uzun uzun anlatmaya gerçekten ihtiyaç var mı bilinmez ama, dünya ve ülke 1930’ların koşullarından nitelik olarak bambaşka bir noktadır. Dahası, Türkiye’nin egemen sınıfları ve onların politik temsilcileri, salt görünüş için bile olsa, halkçılık esinli en ufak yönelimden ve söylemden bile fersah fersah uzaktadır.
Bugünün siyaseti, geçmişin ağır gölgesinden kurtarılır ve verili topografyanın zemininde kavranırsa, artık, “halk” deyince şekilsiz bir bulamacın değil, basbayağı emekçi toplum kesimlerinin akla gelmesi kaçınılmaz olur. Dahası, eğer sınıf mücadelesi dil hakkında da bir mücadeleyse, “halk” kavramının böyle akıllara kazınması da sağlanmalıdır.
İşte, TKP Merkez Komitesi’nin hazırlayıp tartışmaya açtığı Haziran 2017 Tezleri’nde ifade edildiği üzere, halkçılığın sınıf mücadelesinin pozitif bir biçimde formüle edilebileceği zeminlerden biri olması, ancak yukarıda özetlemeye çalıştığımız bakış açısıyla kavranabilir.
Yine aynı Tezler’de dile getirilen “siyasal örgütlenme” ile “toplumsal bağlanma” arasındaki boşluğun doldurulması da ancak halkçı bir devrimci mücadele programının oluşturulmasıyla mümkündür.
Ama bu yazı için daha fazla yerimiz kalmadı. O yüzden, bir sonraki yazıda biraz daha açmak üzere bir giriş yapmış sayılalım.