Dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de 2020 çok sancılı bir yıl oldu. Zaten kanıksanmış olan ekonomik krizin derinleşmesi, devlet şiddeti ve baskısının katmerlenmesi, prosedür niteliğindeki demokratik hak ve özgürlüklerin bile kazınıp silinmesine bir de korona salgınının yarattığı tahribat eklendiğinde, Türkiye’nin hala tüketemediği 2020 yılının zorluğu anlaşılır.
Ancak 2020 yılı, AKP iktidarının giderek zayıfladığının, eski gücünü kaybedip yeniden kazanamadığının, “ilk seçimlerde” iktidara veda edeceğinin de sık sık dile getirildiği bir yıl oldu. Ana muhalefetin tekrar edip durduğu gibi ilk seçimlerde gidip gitmeyeceklerini bir kenara bırakırsak, AKP’nin 18 yıllık iktidarının sonuna gelindiğini gösteren, en azından normal koşullarda böyle yorumlanabilecek birçok etmenden söz etmek mümkün elbette.
Öte yandan, bugün AKP’nin iktidara veda etmesine yol açacağı söylenen sorunların hiçbiri (korona salgını hariç, ama salgının ayyuka çıkardığı yoksulluk, işsizlik, sağlık sisteminin sorunları dahil) 2020 yılına özgü değil. Dolayısıyla, bir çırpıda sayılabilecek birçok soruna rağmen AKP’nin iktidarı elden kaçırmasının o kadar kolay olmayacağını söylemek aşırı kötümserlik sayılamaz. Zaten bu satırlar da herhangi bir kötümserlikle değil, bilakis AKP iktidarının yenileceğine duyulan güvenle yazılıyor.
Ama “nasıl yapmalı” sorusunu yanıtlamanın zorunluluğunu da bilerek.
Belli ki, bir yığın sorun birikmişken ve halkın gönlünde de bir kurtuluş arzusu doğmuşken (üstelik, uzun zamandır böyleyken) AKP iktidarını sona erdiremeyişimizin bir nedeni var.
Varlığını yokluk olarak gösteren bir neden.
Yokluğunu bizzat sosyalist hareketin dert etmesi gereken bir neden.
***
Kuramın veya ilkelerin penceresinden bakmaya gerek kalmadan, salt Türkiye’de 18 yıla yayılmış mücadele birikimini baz alarak söyleyebiliriz ki, işçi sınıfı olmadan bu kadar!
Türkiye’de sosyalist hareketin uzun yıllara yayılmış işçisizleşme süreci, içinden geçtiğimiz son uğrakta daha da varoluşsal bir tehlike arz etmeye başladı. Ekonominin kırılganlığı ve bağımlılığı, olası bir çöküşün faturası yoksul emekçi sınıflara kesileceği için, zaten halihazırda hayli ciddi bir risk unsuru. Ancak Türkiye kapitalizmi ve onun siyasal temsilcisi Saray Rejimi’ne kısacık bir bakış bile, ülkemizdeki emekçilerin her türlü ölçütün çok üzerinde bir sömürü ve baskı düzenine mahkum edildiğini açık seçik gösteriyor.
Bu sözlerden çıkarılacak sonuç, sosyalistlerin yükselen faşizan rejim inşasına, bunun somut ayakları olan gericileşmeye, devlet terörüne, baskıya vb. karşı mücadeleyi bir yana koyması gerektiği değil elbette. Sosyalist hareketin yapması gereken, bu siyasal mücadele başlıklarını işçi sınıfına taşımak, siyasal mücadelesini emekçi kesimler içinde sürdürmektir. En azından bunun yollarını aramak, aramak ve aramak...
Kuşkusuz, Türkiye’de işçi sınıfının maddi ve ideolojik durumu bu tür bir çabaya anında karşılık verecek durumda değildir. Ayrıca, Saray Rejimi’nin yoksulluğu yönetme ve eklemleme kapasitesi sanıldığından kuvvetlidir. Sınıf mücadelesinin geleneksel aygıtları ve yöntemleri de son 20 yılda aşına aşına ortadan kalkma noktasına gelmiştir. Bu tabloda, basitçe “sınıfa gitme” çağrısının bir karşılığı olmayacağını anlamak kolay.
Öte yandan, işçi ve emekçi kesimlerin temsilciğini üstlenmek, bu kesimleri siyaset alanına taşımak ve eylemli kılmak da sosyalist düşüncenin varlık nedenidir. Olumsuz verileri ne kadar çoğaltırsak çoğaltalım, Türkiye işçi ve emekçilerinin devasa kütlesi içinde yüzü sola dönük, çağdaş ve özgür bir ülkeyi arzulayan kesimler bulmak imkansız değil. Çaba, bu kütleye sızacak yarıkları tespit etmekten geçiyor.
Tersi ise, sadece 40 yıla varan kronik sorunlara boyun eğmek değil, aynı zamanda ve daha öncelikle ülkenin en yakıcı uğrağında tarihsel sorumluluğunu yerine getiremeyecek bir atalete demir atmak anlamına gelir.
Türkiye işçi sınıfını yekpare bir kütle olarak görüp tek bir müdahale ile kazanacağını (veya tek bir blok halinde kaybettiğini) düşünen bir muhalefet hareketinin, yani işçisizleşmiş bir muhalefetin gelip geleceği yer burasıdır, buraya kadardır.
Ve Türkiye sosyalist hareketi, salt bir düşünce ve kadro hareketi olarak kendi sınırlarına ulaşmış, gücünün ve etkinliğinin menziline gelip dayanmıştır.
Buradan ileriye gidecek bir kaynak bulamazsa, kaçınılmaz olarak geriye gidecektir.
***
Saray Rejimi’nin giderek çatallanan ve ciddileşen krizleri, Türkiye’de birçok insanın aklına “bu iş bitti/bitiyor” fikrini getiriyor. Normal olarak bu tür bir çoklu gerginliğin mevcut iktidarı götürmesi, en azından hayli yıpratarak zayıflatması bekleniyor.
Normal koşullarda bu beklenti makul bulunabilir elbette, ancak Türkiye o “normal”i çoktan geride bırakmıştır. Türkiye, yeni bir rejimin egemenliğini ilan ettiği uğraktadır ve bu rejimin (en azından şimdilik) Saray dışında bir başka öznesi yoktur. Sadece “dere geçilirken at değiştirilmez” sözündeki durum söz konusu değildir; Türkiye’de yeni rejimi sürdürecek ve yerleşikleştirecek siyasal, ideolojik, toplumsal güce/kapasiteye sahip bir başka burjuva aktör ortaya çıkmamıştır, çıkarılamamıştır.
Hal böyleyse, o ya da bu çevreyle gerilimlerin artması, o ya da bu sorunun yakıcılaşması hangi düzeye ulaşırsa ulaşsın, Türkiye’de Saray iktidarının radikal bir değişikliğe yöneleceği konusunda fazla umutlu olmamak gerekir. Benzer biçimde, AKP iktidarına muhalefet eden düzen güçlerinin konu yeni rejim olduğunda suskunlaşmasına da şaşmamak gerekir.
Kısacası, Saray Rejimi’nin içeride ve dışarıda karşı karşıya kaldığı gerilim ve çatışma başlıklarının hayli önemli ve siyasal mücadelede işlenmesi gereken başlıklar olduğu ne kadar doğruysa, aynı başlıklardaki kendiliğinden süreçlerin Saray Rejimi’ni düşürecek olgunluğa ve şiddete erişeceği beklentisi de o ölçüde hatalıdır.
Bu tabloya, bir kılıç gibi inmesi ve düğümü çözmesi gereken bir şey varsa, o da sosyalistlerin temsilciliğini üstlendiği işçi ve emekçilerin kararlı mücadelesidir. İster 2020’de ister 2023’te, ister seçimler sırasında ister kitlesel bir halk ayaklanmasıyla olsun, herkesin beklediği o apokaliptik eşik ancak böylesi bir keskin kılıcın açacağı yarıktan doğacaktır.
Türkiye’de Saray Rejimi’nin sonunu getirmeye aday bir uğrak bekleniyorsa, ki beklenmelidir, bu ancak ve sadece geniş halk kesimlerinin, işçi ve emekçilerin ilerici, özgürlükçü, halkçı bir siyasal programda derlenmesi ve mücadeleyi yükseltmesi ile mümkündür.