Burjuvanın mirası, proleterin deneyimi
Bu yazının bir sonucu yok. Ancak bir uyarısı var: Sosyalist hareketin tarihi ve bugünü, siyaset yaptığını sanan vaizlerle doludur.
Claude Chabrol ile Michel Pinçon ve Monique Pinçon-Charlot’un yaptığı ve 2003 yılında Roll dergisinde yayınlanmış bir röportajı, birartıbir.org geçtiğimiz günlerde yeniden yayınladı. Aradan geçen 20 yılda güncelliğinden de kışkırtıcılığından da hiçbir şey kaybetmemiş bu söyleşiyi okumak isteyenlerin çıkacağını sanıyorum.
Sinemasında çoğunlukla burjuva ailelerin karanlık odalarına dalmayı tercih eden bir usta yönetmenle burjuva sınıfı ve onun iç ilişkileri hakkında çalışmalar yürüten iki sosyologun söyleşisi elbette çok önemli saptamaları barındırır. Nitekim andığımız söyleşi de öyle.
Söyleşinin en can alıcı saptamasını, belki de epik açılışını ise Pinçon yapıyor: “Burjuvazide birey yoktur. Hepsinin bir bireyselliği var, ama aynı zamanda, hepsi kendilerini aşan bir şeyin, bir ailenin üyeleri.”
Nitekim Pinçon’un saptamasını derinleştirmek için Chabrol de ekliyor: “Burjuvazi son toplumsal sınıf, bir sınıf olarak kendini savunan son toplumsal sınıf.”
İşin aslına bakılırsa, burjuvazinin sınıf olarak kimliği ve bunu kullanma biçimi hayli dolaysız ve kesin. Sanıldığının aksine, ne bu kimliğini saklamaya niyeti olduğu ne de bundan mahcup olduğu söylenebilir. Tam da Chabrol’ün belirttiği gibi, burjuvazi kendisini bir sınıf olarak savunur.
İşin içine “savunma” girdiğine göre, bunun neye karşı olduğu da sorulmalı: Kuşkusuz, proletaryaya karşı. Toplumda kendi karşıtı olarak var olan, bu varoluşuyla her an kendisinin gereksizliğinin altını çizen, ancak yine de burjuvazi diye bir şeyin olabilmesi için kendisine muhtaç olunan proletaryaya karşı. Chabrol’ün bir karakterine “savaşacağım yavrucuğum” sözlerini söyletmesinde olduğu gibi, burjuvazinin kendini savunması, esasında onun sürekli savaşından başka bir anlama gelmez.
Demek ki, Marx’ın proletarya hakkında konuşurken kullandığı kavramlara başvurursak, burjuvazi her zaman kendisi-için sınıftır. Kendi çıkarlarının bilincinde ve çıkarlarını korumak için teyakkuz halindedir. Bu teyakkuz sadece grevleri bastırmak, işçi sendikalarını dağıtmak, ücretleri aşağı düşürmek istendiğinde değil, kültürden göreneğe, kentsel yaşamdan tüketim biçimlerine kadar tüm toplumsal uzamda sergilenir.
Burjuvazinin savaşı, ne salt ekonomiktir ne de salt siyasal; o, tüm hücreleriyle ve tüm hücrelere karşı daimi bir savaştadır.
Tam da bu noktada, burjuvazinin bu bilinci nasıl edindiği merak konusu olmalı: Sahiden de bir sınıfın tüm üyelerinde gözlenen bir bilinç nereden geliyor, nasıl içselleştiriliyor ve pratikleştiriliyor?
Muhtemelen, bu soruya miras yanıtını vermemiz gerekir. Yani burjuvazinin, hanedanlık benzeri aile bağlarıyla birbirine ulanan kuşaklardan mürekkep bu sınıfın bilinç ediniminde en etkili mekanizma miras oluyor. Tıpkı sermaye gibi, servet gibi, hisseler gibi, bir kimlik, bu kimliğe dair bir bilinç de burjuva bireyin tüm gelişimi süresince damla damla akıtılan bir miras oluşturuyor. Burjuva sınıfının kelimenin her anlamıyla “endogamikleşmesi” de bu mirasın niteliğinden kaynaklanıyor.
***
Burjuvazide bilincin miras yoluyla edinildiğini söyledik; bu edinimin tarzı, öyleyse, ancak aktarım olabilir.
Peki proletarya için?
Doğal ki, proleter bilinç kuşaklar arasında bir miras olarak aktarılmaz. Proleter bilincin, burjuva bilinçten farklı olarak, neredeyse her kuşakta bozucu etkilere maruz bırakılması, zaman zaman da bizzat siyasal zor ile parçalanması zaten böylesi bir miras-aktarım mekanizmasını imkansız kılıyor.
O halde, proletarya için bilinç, bir mirasın değil sadece bir deneyimin sonucu olabilir.
İyi de bu deneyim nedir, neye benzer, nerede gerçekleşir?
En kestirmeden şöyle yanıtlayabiliriz: Deneyim, sadece fiili değil, aynı zamanda o fiile dair geçmiş ve gelecek bağlantılarına sahip bir farkındalığı ifade eder. Diğer bir deyişle, proleterin deneyimi mekanik bir hareket değildir; bu deneyimde belli belirsiz de olsa hissedilen bir bağlam, bir yatak, bir berraklık söz konusudur. Halihazırda sergilediği fiilin neye ilişkin olduğunu dışavurduğu gibi nereden geldiğini ve nereye gidebileceğini de dışavurur.
Bu deneyim neye benzer: Sadece karşıtını yadsırken değil, kendini tanırken de müşterek çizgileri öne çıkaran bir kolektif olgunlaşmaya.
Nerede gerçekleşir: Uzamsal olarak değil ama algısal olarak toplumsal yapının ve ilişkilerin bütününde.
Tam da bu nedenlerdir ki, proletarya hareketinin başından bu yana sosyalistlerin temel çabası fiili hareketi kolektifleştirmek ve onun konusunu toplumsal ilişkilerin bütünüyle bağlantılandırmak olmuştur. Varlığıyla kendinde sınıf olan proletaryanın, tıpkı burjuvazi gibi, kendisi-için sınıf uğrağına erişmesi bu yolla olur.
Bu uğrakta proletarya, artık kendi bilincinde olan, kendi çıkarlarını savunan, kendini topluma dayatan ve elbette savaşan bir özne halini alır.
Tahmin edilecektir, ama yine de yazmadan geçmeyelim: Böylesi bir özneleşme halinin sadece vaazlarla ya da aydınlatma girişimleriyle gerçekleştiği görülmemiştir. Bu tür denemelerin, elbette, yardımı olur; ancak proleter bilincin kaynağının deneyim olması ve onun aktarıma uygun bir nitelik taşımaması nedeniyle, onun öz deneyimiyle irtibatlanmamış herhangi bir “dışarıdan” müdahalenin sonuç alması imkansızdır.
İşte bu etkinlik türü, yani proleter bilincin kaynağı olarak deneyimle irtibatlanmanın biricik ya da başat yolu siyasetten başkası değildir. Ve siyaset, hem kolektivizm ilkesini hem de toplumsallık ilkesini sağlayabilecek tek pratik tarzıdır.
Bu yazının bir sonucu yok. Ancak bir uyarısı var: Sosyalist hareketin tarihi ve bugünü, siyaset yaptığını sanan vaizlerle doludur.
Oysa siyaset, ezberlenmiş çeşitli soyutlamaların ve geçerliliği son derece tartışmalı ilkelerin biteviye dillendirilmesi değildir; hele hele sosyalistlerin kendi bilinçlerinin seslendirilmesi hiç değildir.