Cumartesi Anneleri ve 'Boynumun Borcu' (Bir işkencede ölüme tanıklığın öyküsü)

Bu yadigarı ilk kez anlatıyorum. En çok da Cumartesi Anneleri sayesinde hiç unutmadım lakin ilk defa, tekrar anımsamanın çaresiz hüznüyle yazıyorum.

***

Şubat ayı olduğunu ne kadar iyi hatırlıyorum. Çünkü Şubat, tüm gövdesiyle üzerimize çökmüştü ve beynimize adeta buzdan çiviler çakarak kendini unutturmayacak kadar hoyrattı. Kısa sürede alışabildiğimiz insancıl koku, günde belki birkaç dakika fırsat bulunca kendi arasında fısıldaşan insan kalabalığı ve kim bilir, bizimle olmayanların bizim kadar insan olamamasıydı neden. Birbirlerini çorbacı, fırıncı, bombacı, boksör, saatçi diye çağırıyorlardı. En büyük amaçları adlarını ve suratlarını bizden gizlemek olan, en büyük korkuları hilafsız bir amaca dönüşmüş terörle mücadelenin iyi eğitilmiş ve kötü yetiştirilmiş polislerinin hiçbir pencereyi ve kapıyı kapatmadıkları taş zeminli geniş salonda, onlarca insan yan yana betona uzanıyorduk.

Sanki her nesne vazgeçilmez görevini yapmalıymışcasına, açık pencereler içeriye buz gibi havanın gelişini engellemiyor, soğuk hava ise fütursuz, gece, gündüz ayırmadan sürekli akıyor, içimize işliyor, canımızı düşman kadar gaddar olamadan ama kendi üslubunca, hesapsız yakıyordu. Şubat, bizim her birimize tek tek, kadın, erkek, çocuk, yaşlı ayırmadan, “benim zamanımda siz aklınızı mı kaybettiniz ki betonun üstünde yatıyorsunuz” dercesine kaygısızca hücum ediyordu.

Gözlerimiz bize ait olmayan bez parçalarıyla bağlıydı ve ondandır, kimsenin yüzünü hatırlamıyorum. Kimsenin de benim yüzümü hatırladığını sanmıyorum. Biz o beton zeminin üzerinde onlarca insan, hep birlikte farklılıkların nedenlerini anlamak için acı çekmemiz gerektiğini öğrendiğimiz günlerin avucundaydık...

***

1994 yılı Şubat ayındaydı ve ben 15 yaşımı henüz bitirmiştim. On beş ama öyle sıradan değil; Alevi, Kürt, bunlar yetmezmiş gibi üstüne komünist olmuştuk. Sülalece, fire vermeden, devlet için en tehlikeli olan “3K” sınıfındaydık. “Üç Ka”, yani hem Kürt, hem Kızılbaş ve hem de Komünist isen ne mi oluyordu? Evin basılıyordu, sonra kimsenin bilemediği gözaltı günleri, işkence ve belki ölüm... Filistin askısı nedir, mandalı nereye bağlıyorlar, elektrik kaç volt, kaç saniye sürüyor, 3K çocukları bunları küçükken öğrenir, en dengesizleri ise kendi arasında talim yapardı. Olup olacağı buydu, bizimki de öyle oldu. “Çingene mahallesinden evliya çıktığı” nerede görülmüştü.

O gün okula (marifetti) kot pantolonla gitmiştim. Okuldan çıkınca hiç habersiz, polisin “karakol kurduğu” dayımın evine uğramış ve uzun namlulu hilkat garibesi polisler tarafından karşılanmıştım. Telefon yok, dinleme yetersiz, polis bir evde bazen bir hafta kalıyor, buna “karakol kurmak” deniyor ve geleni gideni gözaltına alıp şubeye götürüyordu. Yengemin, “Ya bu daha çocuk nereye götürüyorsunuz” demesine aldırmadan, beni apar topar o mahut Gayrettepe Terörle Mücadele'ye götürmüşlerdi.

Kot pantolon neden mi önemli? Gayrettepe'de betonun üstüne yatırılınca, pantolonun kuyruk sokumuna denk gelen yerde toplanan dikişleri bir süre sonra iğne gibi batmaya başlamış, tüm olumsuzluklara bir de kot dikişi kılıklı Çin işkencemiz eklenmişti. Nihayetinde o beton zeminde, kıç üstü oturamadan, sağa sola dönüp 6 gün geçirdim.

***

Onlarca insanı yüzünden değil de sesinden tanımaya başladığımız, her biri hakkında fikir oluşturup not verdiğimiz gözaltı günlerinin ikincisi ya da üçüncüsüydü. Çorbacı ya da fırıncı yahut her ne haltsa, polislerden ikisi, bir kişiyi sürükleyerek getirdiler ve benim kucağıma bıraktılar. Sağımda solumda bulunan diğer kişileri kaldırıp başka yere oturttular. Kucağıma bıraktıkları kişinin yalnızlığı onlar için önemli olmalıydı.

Gözlerim bağlıydı ve bağın altında kalan, şeklini tanımlayamayacağım boşluktan sadece kıvırcık saçlarını görebiliyordum. İşkence yapılmış, baygın, belliki acılar içinde, dudaklarını dahi oynatmakta zorlanan genç bir erkek.

Peki neden ben? Benim endişem zaten bana yetiyordu, gözlerim kapalı, ansızın gelecek polis tekmesinin, ya da yumruğun hazırlığı içinde, hesap kitap yaparak her an tetikte saatler geçiren ben... Çünkü en küçükleriydim. Gözaltına aldıklarının hepsi benden büyüktü ve polis işkence ederek bilgi almaya çalıştığı, ancak belli ki başarılı olamadığı “kıvırcık saçlı”yı bana emanet etmeyi daha mantıklı bulmuştu demek. “Örgüt üyesi” olmayan, polise göre ihtimalen anlatılacak bilgiyi ne yapacağını bilmeyen, istediğinde işkence ve ölümle korkutacağın bir çocuk. Kıvırcık saçlının hali zaten onlara göre bir hüner, bir korku timsali olarak benim kucağıma bırakılıvermişti...

Gogol'ün, kötücül, kalın kafalı, taşralı karakterlerine benzeyen ve kısa sürede işkence müdavimi olabildiklerine inandığım polisler, “Bununla konuşmayacaksın, tuvalete götüreceksin, yemek yedireceksin tamam mı?” diyerek bir iki de tokat atarak gitmişlerdi.

Ve ben kıvırcık saçlıyla başbaşa kaldım. Soluk alışını, inleyişini, mırıldanışını saatler ve saatlerce üzülerek, saçını okşayarak ve bir şey diyecek mi acaba diye merakla dinledim.

Siz hiç sadece kıvırcık saçını tanıdığınız bir insanı sevdiniz mi? Ben saatlerce sevdim, düşmanın kem gözünden gizleyerek, usulca, şuurla sevdim...

***

İki ya da üç gün boyunca kıvırcık saçlı yoldaşımla birlikteydik. Polisler bazen alıp götürüyor bir iki saat sonra, belki daha uzun belki daha kısa zamanda işkence yaparak, daha bitkin bir halde geri getiriyordu.

Saatimiz yoktu, zamanı biz değil düşman tutuyordu, biz sadece anı unutmayacak, tarihi hatırlayacağız...

Onu birçok kez en güvenli yer olan tuvalete götürdüm, yüzünü yıkadım, elini ovdum, yemek yedirmeye çalıştım. Bir çocuk bir insanı nasıl yaşatmaya çalışırsa onu yapmaya çalıştım. Yemek yiyemiyor, yemeğe çalıştığında kusuyordu. Polis, ona yemek yediremediğim her bir sefer için beni dövüyordu, başarısızlığımın bir cezası olmalıydı. Olsun. Onu daha fazla dövmesinlerdi.

Kıvırcık saçlı yoldaşım konuşmak istiyor fakat konuşamıyordu. İşkence ağır ve zaman yavaştı. Belki zihninde doğru dizilen harfler diline gelinceye kadar dağılıyor, anlaşılmaz bir mırıltı oluyordu.

Onca zaman hiç konuşamadık. Sadece o bana gülümsedi, ben de ona. Ben onun omuzlarının altına girip taşımaya çalıştım, o ise bana yük olmamak için yürümeye...

Sonra bir gün, zamanı hatırlamıyorum, beni bırakmalarından bir süre önce kıvırcık saçlı yoldaşımı alıp götürdüler ve bir daha geri getirmediler.

****

Altı günün sonunda serbest bırakıldım, kayıt yok, hesap yok, soran yok. Kapıdan öylece çıkarıp gönderdiler. Sonra kaç gün, kaç hafta geçti hatırlamıyorum, Özgür Gündem miydi, sonraki miydi hatırlamıyorum. Gazetelerde en çok ölüm ilanlarını takip ettiğimiz zamanlardı. O fotoğrafı gördüm.

Kıvırcık saçlı, güzel yüzlü, renkli gözlü bir insan fotoğraftaki. Cüneyt Aydınlar yazıyordu ilanda. Hafızama kazınmış o kıvırcık figürün adını öğrendim, yüzünü öğrendim, öldüğünü öğrendim...

***

Şimdi düşünüyorum. Benim yürek yaramın kapanmadığını kim hatırlatıyor bana, belleğimi kim diri tutuyor, öfkemi, mücadelemi kim yaşatıyor diye. En çok en güzellerimizi, en direngen, en onurlu olanlarımızı, “Bir tek mücadele kaybedilir, o da terk edilen mücadeledir” diyen Cumartesi Annelerini görüyorum.

Onların mücadelesi sayesinde Cüneyt'i hiç unutmadım. Onların mücadelesi sayesinde diğerlerini hep hatırladım.

Kaç yüz kere Cüneyt Aydınlar'ın ve tüm kayıpların akıbeti belli olsun diye bağdaş kurdular, kavga verdiler. Kaç yüz defa sökülüp atılmak istendikleri yere sıkı sıkı tutundular.

Ve işte, onlara yoldaşlığı, saygıyı, teşekkürü ve her zaman mücadeleyi bir borç biliyorum, borç biliyoruz...

* Cumartesi Annelerinin 500. buluşmasında şu yazıyı kaleme almıştım: https://ilerihaber.org/yazar/benim-annem-ozgurluk-neferi-30336.html

Şimdi 700. haftada bu yazı ise son hüzün olsun diliyorum.